Tanrı Bir Astronot muydu?

TANRI BİR ASTRONOT MUYDU?

Öncelikle Bir NOT: Ufoları siteme asmamın tek nedeni;harikalar dolu bir kitap düşünün,hiçbir insan taklidini yapamıyor hiç bir teknolojiyle.Peki bu Tanrı'dan geldiğinin kanıtı mıdır?


Tabiki hayır.Ben koskoca evrende yalnız olmadığımız düşüncesindeyim,o kadar gezegen var sadece dünyamı hayat dolu?Bence diğer gezegenlerde de hayat var,uzaylıların ne kadar teknolojik olduklarını hepimiz biliyoruz.Belki öyle bir kitabı insan yazamaz ama uzaylılar yazıp dünyaya yollamışlardır.Olamaz mı?Tekrar ediyorum,gerçekten Tanrı'dan bir kitap gelse bile,Tanrı'dan geldiği kanıtlanamaz.Biri uzaylıdan geldi der,bir diğeri cinlerden.Yani Tanrı'dan geldiği söylenen kitaplara inanmak saçmadır.Kanıtı asla olamaz.Aşağıya asdığım yazı ise,uzaylıları kanıtlayabilecek nitelikte.Hezekiel Tevrat'ta çok güzel bir şekilde anlatmış uzaylı aracını.O zamanlar uçak filan yoktu bildiğiniz gibi.


Yahya sahtekarı Süleymanın rüzgara hükmetmesinden uçak teknolojisini haber veriyor gibi saçma bir düşünceye kapılmış(daha doğrusu çarpıtmış).Acaba Tevratı okumadımı,adam UFO tarifi veriyor,Kur'an'dan  kaç yüzyıllar önce?

TEVRAT sırlar ve çeliskilerle doludur. Sözgelisi, yaradılıs bölümüdünyanın olusmasını tam bir ideolojik dogrulukla anlatır. Peki ama bu bölümün yazarları minerallerden bitkilerin, bitkilerden de hayvanların olustugunu nerden biliyorlardı?
 
Yaradılıs Bölümü i, 26′da söyle der:
 
«Ve Tanrı, kendi benzerligimiz ve görüntümüzde insanı yaratalım,
dedi.»
 
Tek ve essiz Tanrı neden çogul olarak konusuyor? Neden ‘ben’ degil ‘biz’, ‘benim’ degil ‘bizim’ diyor? Tanrı’nın kendi yaptıgı islerden söz ederken tekil sahısta konusması gerekmez mi?
 
«Ve insan yeryüzünde çogalmaya basladı ve kız çocukları dogdu.
Tanrı’nın ogulları, insanın kız çocuklarını begendiler ve
aralarından seçtiklerini es olarak aldılar.» (Yaradılıs Bölümü i,
1-2).

 
Insanın kız çocuklarını kendilerine es olarak alan ‘Tanrı’nın ogulları’ kimlerdi? Tanrı bir tek olduguna göre ‘Tanrı’nın çocukları neyin nesiydiler?
 
«O günlerde dünyada devler yasıyordu. Daha sonra Tanrı’nın
ogulları, insanın kızlarına çocuklar verdiler. Onlar eski ve sanlı
insanlardan olma güçlü insanlar oldular.» (Yaradılıs Bölümü vi, 4).

 
Karsımıza yine insanlarla çiftlesen Tanrı’nın ogulları çıkıyor. Ilk kez devlerden söz edilmesi de burada. «Devler» hemen bütün eski kitaplarda, dogu ve batı mitolojisinde, Tiahuanaco efsanelerinde, Eskimo destanlarında sayfalarca yer kaplayan bir konudur. Bu bakımdan, bir zamanlar gerçekten var olduklarına inanmamız gerekir. Acaba ‘devler’ nasıl yaratıklardı? Dev binaları kuran, kocaman tasları oradan oraya sürükleyen atalarımız mı, yoksa teknik yetenekleri olan iri uzaylılar mı? Kesin olan bir tek sey var: Tevrat ‘devler’den söz ediyor ve onları ‘Tanrı’nın ogulları olarak tanımlıyor. ‘Tanrı’nın ogulları’ ise insanlarla çiftlesiyor ve çogalıyorlar!
 
Yaradılıs Bölümü xix, 1-28′de Sodom ve Gomora felâketinin ayrıntılı ve heyecanlı öyküsü anlatılır.
Bir aksam Lût baba sehir kapısı yakınlarında otururken Sodom’a iki melek gelir. Anlasılan Lût bu melekleri önceden tanımakta ve gelmelerini beklemektedir; çünkü görür görmez geceyi evinde geçirmelerini teklif eder. Tevrat’ta, sehir halkının ‘bu yabancıları tanımak’ istedikleri yazar. Ancak yabancılar, sehir zamparalarının cinsel isteklerini bir el hareketiyle yok etme yetenegine sahiptirler.
Ayrıca kötülük yapmak isteyenlerin gözlerini kör edebilmektedirler.
 
Yaradılıs Bölümü xix. 12-14′e göre melekler, Lût’a yanına karısı; ogullarını, kızlarını, damatlarını ve gelinlerini alarak, son hızla sehirden ayrılmasını, çünkü bir süre sonra sehrin yok edilecegini söylüyorlar. Aile üyeleri bu garip uyarıya inanmak istemiyor ve Lût’un soguk sakalarından biri oldugunu ileri sürüyorlar. 

Buradan sonrasını Yaradılıs Bölümünden izleyelim:
 
«Ve sabah oldu; melekler aceleyle Lût’a seslendiler: Kalk; karını,
buradaki iki kızını al; yoksa kadınlarla birlikte yanıp gideceksin.
Ve o oyalanınca ellerini ellerinin üstüne koydular, karısının ve
kızlarının da ellerini tuttular; Tanrı ona merhamet ediyordu; ve
onu önlerine kattılar ve sehrin dısına çıkardılar. Daha da ilerilere
gidince; Kaçın, yasamak istiyorsanız kaçın, sakın arkanıza
bakmayın, sakın düzlükte kalmayın, daglara kaçın, yoksa
mahvolursunuz… dediler. Çabuk ol, daha uzaklara, kaç; çünkü
uzaklara kaçmazsan seni kurtaramam.»
 
Görüldügü gibi ‘melekler’in yerli halkça bilinmeyen bir gücü vardır.Telkin edilen acele ve Lût ailesinin götürüldügü hız da ayrıca düsündürücüdür. Lût isi agırdan alınca, eline yapısıp sürüklemeye
baslarlar. Çok geç olmadan kaçmalıdırlar! Lût ailesi daglara gitmeli ve asla arkalarına dönüp bakmamalıdır. Ancak burada dikkati çeken bir nokta vardır: Lût meleklere fazla bir saygı göstermemekte ve ikide birde durarak karsı koymaktadır;
 
 «Daglara kaçamam, varsın kötülük gelsin, öldürsün beni…»  

Bir süre sonra melekler, kendileriyle gelmezse onu kurtaramayacaklarını yeniden söylerler.
 
Sodom’a gerçekte ne olmustu? Her seye kadir olan Tanrı bir tarifeye bir zaman ölçüsüne mi baglıydı? Degilse ‘meleklerin’ acelesi neydi? Yoksa sehir, saate baglı bir güç kaynagıyla mı yok edilecekti? Geriye sayma islemi mi baslamıstı? Öyleyse patlama anı yaklastıkça melekler de can kaygısına düsüyorlardı. Lût ailesini güvenlik altına almak için daha kolay bir yöntem yok muydu? Neden her seye ragmen daglara kaçılmasında ısrar
ediyorlardı? Ve neden hiç durmadan, asla arkalarına bakmamaları emrediliyordu?
 
Biliyorum bu sorular konunun ciddiyetine biçimsiz düser gibi görünüyor, ama Japonya’ya iki atom bombası atıldı atılalı, bu tür bombaların ne ölçüde zararlar dogurdugunu ve canlı varlıkları
nasıl öldürdügünü -ya da ölüm ölçüsünde hasta ettigini- çok iyi biliyoruz. Öyleyse sorularımıza karsılık bulmak için, Sodom ve Gomora’nın bir tasarı uyarınca, yani bilerek, nükleer bir patlamayla yok edildigini düsünelim. Belki de ‘melekler’ sehirde bulunan tehlikeli ‘bölünebilir maddeleri’ yok etmek, bu arada bir tasla iki kus vurarak, davranısları hoslarına gitmeyen bir insan soyunu ortadan kaldırmak için bu ise girismislerdi. Patlama zamanı kararlastırılmıs ve geri sayma islemi baslamıstı. Lût ailesi gibi kaçması ve kurtulması gerekenler, daglara götürülmüstü, çünkü kayalar tehlikeli ısınları büyük ölçüde emerek az zararlı duruma getirebilirlerdi. Ve -hepimiz hikâyenin sonunu biliyoruz- Lût’un karısı döndü ve atom patlamasının olusturdugu, günesten defalarca parlak ısıga baktı! O anda düsüp ölmüs olması, günümüz insanını, özellikle atom bombasının ne oldugunu bilenleri, hiç sasırtmayacaktır!

«Sonra Tanrı Sodom ve Gomora üzerine kükürt ve ates
yagdırdı…» 


Felâketin öyküsü Yaradılıs Bölümü xix. 27-28′de
söyle sona baglanıyor:

 
«Ve Ibrahim sabah erkenden kalkarak Tanrı’nın önünde durdugu
yere gitti: Ve Sodom ve Gomora’ya, düzlükteki topraklara baktı.
Ve gördü ki, sehrin dumanları, ocak dumanları gibi göge
yükselmektedir.»
 
Babalarımız kadar dindar olabiliriz ama, hiç olmazsa onlar kadar saf ve körü körüne inanmıs degiliz. En iyi niyetimizle bile, her yerde bulunan, her seye kadir olan mutlak bir Tanrı’nın, yaptıgı isin sonunun nereye varacagını bilmedigimizi kabul edemeyiz:
 
Tanrı insanı yaratmıs ve eyleminden memnun kalmıstı. Ama herhalde bir süre sonra pismanlık duymus olmalı ki, yarattıgı insanları yok etmeye karar verdi. Çagımızın aydını bu çeliskiyle birlikte, bir Sefkatli Babanın nasıl olup da, sayısız oglunu ölüme yollarken Lût ailesi gibilerini kayırdıgı konusunda kuskuya
düsmelidir. 

Tevrat’ta Tanrı’nın ve meleklerin gökten korkunç gürültülerle ve dumanlar saçarak indigi birçok bölümde, degisik kisilerin agzından, pek etkileyici biçimde anlatılır. Bunların en ilginçlerinden birini peygamber Hezekiel anlatıyor: 

(Tevrat,Hezekiel)
 
«Ve otuzuncu yılda, dördüncü ayda, ayın besinci gününde, ben
Kebar ırmagı yanında sürgünler arasında iken vaki oldu ki, gökler
açıldı… Ve baktım, ve iste, kuzeyden buran yeli, durmadan ates
saçan büyük bir bulut geliyordu, çevresinde parıltı ve ortasında
sanki ates ortasında ısıldayan maden. Ve onun ortasından dört
canlı yaratık benzeri çıktı. Ve onların görünüsü söyle idi: Onlarda
insan benzeyisi vardı ve her birinin dört yüzü vardı ve onlardan
her birinin dört kanadı vardı. Ve ayakları dogru ayaklardı; ve
ayaklarının tabanı buzagı ayagının tabanı gibiydi ve cilâlı tunç gibi
pırıldamakta idiler.»

Görüldügü gibi Hezekiel aracın yere nasıl indigini ayrıntılarıyla anlatıyor: Kuzeyden, ısıklar saçan, pırıldayan bir sey, çöl kumlarını havalandırarak yaklasıyor ve yere konuyor. Tevrat ikide birde Tanrı’nın her yerde bulundugunu belirtir. Öyleyse Tanrı burada neden belirli bir yönden geliyor? Hem her seye kadir olan Tanrı’nın istedigi yere gitmesi için bu kadar gürültü patırtı çıkarmasına gerek var mıdır?
 
Durumu biraz daha aydınlatmak için Hezekiel tanıklıgını izleyelim:
 
«Ben canlı yaratıklara bakarken, iste canlı yaratıkların yanında,
onların her yüzü için yerde bir tekerlek vardı. Tekerleklerin ve
yapılarının görünüsü zümrüt gibi idi; ve dördünün benzeyisi ve
görünüsleri ve de yapıları sanki tekerlekler içinde tekerlek.
Yürüdükleri zaman dört yanlarına da giriyorlardı; dönmeyerek
yürüyorlardı. Tekerlek çemberleri ise yüksekti ve korkunçtu; ve
dördünün çemberleri çepçevre gözlerle dolu idi. Ve canlı
yaratıklar yürüdükçe, tekerlekler onların yanında yürüyorlardı; ve
canlı yaratıklar yerden yükseldikçe, tekerlekler yükseliyorlardı.»
 
Anlatımın sasırtıcı ölçüde güzel oldugu göze çarpıyor. Hezekiel tekerlek içinde tekerlek oldugunu ve tekerleklerin yürürken dönmediklerini söylüyor. Tekerleklerin çok hızlı dönmesi yüzünden olusan, çok belirgin bir göz yanılması! Anlasılan, Hezekiel, Amerikalıların bugün çölde ve bataklık bölgelerinde kullandıkları araçların bir benzerini görmüstü. Bu durumda tekerleklerin kanatlı yaratıklarla birlikte havaya yükselmesi de açıklıga kavusuyor. Çünkü çok amaçlı araçlar; sözgelisi bir amfibik helikopter havalandıgı zaman, dogal olarak, tekerleklerinide beraberinde götürür… 

Hezekiel’i dinlemeye devam edelim:
 
«Ve bana dedi: Âdemoglu, ayak üzerine dikil de seninle
söyleselim… Ve arkamdan: Rabbin izzeti kendi yerinden mübarek
olsun diye büyük bir gürleme sesi isittim. Ve canlı yaratıkların
kanatları birbirine dokundukça onların sesini ve yanlarındaki
tekerleklerin gürültüsünü; büyük gürleme sesini isittim.»
 
Hezekiel aracın kesin tarifini yaptıktan baska, nasıl havalandıgını da anlatıyor. Tekerlek ve kanatların ‘büyük gürleme sesi’ çıkardıgını söylemesi, onun bu olaya kesinlikle tanıklık ettigini gösteriyor. ‘Tanrılar’ Hezekiel’Ie konustuktan ve ülkenin yasalarını düzeltmesini emrettikten sonra onu yanlarına alarak götürüyorlar ve korkmamasını yurdunu henüz yüz üstü bırakmadıklarını söylüyorlar. Bu olay Hezekiel’i öylesine etkilemis olmalı ki, aracı degisik bölümlerde bıkmadan usanmadan anlatmaya devam ediyor. Üç yerde daha. ‘Dört yöne gidebilen ve giderken dönmeyen tekerleklerden’ söz ediyor. 

Özellikle etkilendigi nokta aracın ‘çepçevre gözlerle dolu’ olusu. Tanrılar ona gözleri oldugu halde görmeyen, kulakları oldugu halde duymayan bir «asi evinin» ortasında oturdugunu söylüyorlar. Yurttasları hakkında iyice aydınlandıgını görünce, bu tür ziyaretlerde hep oldugu gibi, yasalarla ilgili ögütler, emirler ve düzgün bir uygarlık için gereken ipuçları vererek gidiyorlar. Hezekiel görevini benimsiyor ve ‘tanrıların’ emirlerini yaymaya koyuluyor.  

Bir kez daha degisik sorularla karsı karsıyayız.Hezekiel’Ie kimler konusmustu? Bunlar nasıl yaratıklardı? Kelimenin geleneksel anlamıyla ‘tanrı’ olmaları imkânsızdı; çünkü bir yerden ötekine gitmek için araç kullanılıyordu. Böylesine bir hareket ise, her seye kadir olan Tanrı ile kesinlikle bagdasmıyordu.
 
Bu olaya uygunlugu bakımından, yine Tevrat’ta anlatılan bir teknik
bulusu ayrıca inceleyelim:

 
Exodus (Çıkıs) xxv, 10′da Musa, Kanun Sandıgının yapımı konusunda Tanrı’nın verdigi kesin emirleri anlatır. Talimatlar çok açıktır -ölçüler, pervaz ve çemberlerin nereye, nasıl takılacagı, hangi madenlerin kullanılacagı apaçık ve kesin olarak belirtilmistir. Bunda amaç her seyin ‘Tanrı’nın’ istegi gibi olmasını saglamaktır. 

Öyle ki Tanrı birkaç sefer Musa’yı yanlıslık yapmaması konusunda uyarır:

«Bak ve dagda sana gösterilen örneklere göre yap» (Exodus, xxv,
40).
 
Ayrıca ‘Tanrı’ Musa’ya kendisiyle, sandıgın üzerindeki kefaret örtüsü aracılıgıyla konusabilecegini söyler. Hiç kimse, der, sandıgın yanına yaklasmamalıdır ve sandıgın tasınması sırasında giyilmesi gereken seyleri ve özellikle ayakkabıları ayrıntılarıyla anlatır. 

Bütün bu uyarmalara ragmen bir aksilik olur. (2. Samuelvi, 2) Davud, sandıgı Uzza ile birlikte bir öküz arabasına bindirir.Ancak yolda giderlerken öküzlerden biri tökezler ve sandık düsecek gibi olur. Bunun üzerine Uzza atılarak sandıgı tutar ve yıldırım çarpmıs gibi birdenbire ölür. 

Sandık kuskusuz elektrik yüklüydü! Eger Tevrat’taki talimatlar uyularak sandıgı yeniden yaparsak, yüzlerce volt gücünde bir elektrik akımı dogacaktır. Biri pozitif, öteki negatif yüklü olan iki altın tabaka, kondansatör görevi yapacaktır. Kefaret örtüsü üzerine yerlestirilen iki altın kerubinden birinin mıknatıs olması halinde de ortaya güzel bir hoparlör çıkacaktır -belki de kerubinlerin içinde uzay gemisiyle Musa arasında baglantı saglayacak bir telsiz aracı vardı-. Hatırladıgım kadarıyla Exodus’un çesitli bölümlerinde sandıktan kıvılcımlar çıktıgı ve Musa’nın ögüt ve yardıma ihtiyacı oldugu zaman bu ‘iletici’den yararlandıgını yazar. Musa ‘Tanrı’sının sesini duyabilmekte,
ancak onu görememektedir. 

Bir keresinde ‘Tanrı’ya kendisinigöstermesini söyler. Tanrı’nın karsılıgı sudur:
 
«Ve dedi: Yüzümü göremezsin; çünkü insan beni görüp de
yasayamaz. Ve Rab dedi: Iste yanımda bir yer var ve kaya
üzerinde duracaksın; ve vakit olacak ki, izzetim geçtigi zaman
seni bir kayanın kovuguna koyacagım ve ben geçinceye kadar
seni elimle örtecegim; ve elimi kaldıracagım ve arkamı
göreceksin; ama yüzüm görülmeyecek.» (Exodus xxxiii, 20-23).
 
Eski yazılarda bu olayın inanılmaz benzerleri vardır. Sözgelisi Gılgamıs Destanı’nın besinci tabletinde -ki bu destan Sümerkaynaklıdır ve Tevrat’tan çok önce yazılmıstır- hemen hemen aynı cümleye rastlıyoruz:
 
«Hiç bir ölümlü, tanrıların yasadıgı kutsal daga gelemez.
Tanrıların yüzünü gören ölmelidir.»
 
Insanlık Tarihi’ni anlatan baska eski kitaplarda böyle cümleler vardır. Neden ‘tanrılar’ kullarıyla yüz yüze gelmekten kaçınıyorlardı? Neden maskelerinin düsmemesi için bu kadar çaba harcıyorlardı? Neden ya da nelerden korkuyorlardı? Insanın aklına, ister istemez Tevrat’taki bu olayın, dogrudan dogruya Gılgamıs Destanından alınmıs olabilecegi geliyor. Bu düsünüs fazlasıyla mantıklıdır. Çünkü Musa, Mısır saraylarında büyümüs ve Mısır kültürünün temel tası olan gizli kitaplardan bol bol yararlanma imkânı bulmustu. Bu kitaplıklarda Gılgamıs Destanı da elbette yer alıyordu.Belki Tevrat’ın yası hakkında da kuskuya düsmeliyiz. Çünkü çok daha sonra yasayan Davud’un altıparmaklı ve altı tırnaklı bir devle savastıgı, 2. Samuel xxi, 18-22′de uzun uzun anlatılmaktadır. Hatta bütün eski tarih, destan ve hikâyelerin bir noktada toplandıktan sonra degisik ülkelere, degisik biçimlerde yayıldıgını bile düsünebiliriz.
 
Lût gölü yakınlarında son yıllarda bulunan Kumran yazıları, Yaradılıs Bölümünde sözü edilen olaylara büyük benzerlik göstermektedirler Bugüne kadar bilinmeyen birçok yeni buluntu da, göklerdeki savas arabalarından, tanrı ogullarından, içinde canlı yaratıklar çıkan bulut ve tekerleklerden söz etmektedirler.
 
Musa Apokalips’inde (33. bölüm) Havva’nın göge baktıgı ve dört parlak kartalın çektigi ısıktan bir savas arabası gördügü anlatılır. Araba hiç bir dünyalının anlatamayacagı ölçüde görkemlidir ve
Âdem’in yanına indigi zaman tekerleklerin arasından dumanlar çıkar. Aslında bu öykü bize yeni bir sey anlatmamaktadır. Çünkü bütün eski kitap ve yazılarda, Âdem ve Havva’ya kadar uzanan
bir süre içinde görünen tekerlekli, dumanlı, atesli savas arabaları anlatılmaktadır.

Lamek yazıtlarında akıl almaz bir olay anlatılır. Gerçi tomarların bir bölümü, birtakım cümle ve paragrafların okunmasını imkânsızlastıracak kadar bozulmustur ama, geride kalanlar anlatmaya deger ölçüde meraklıdır:
 
Nuh’un babası Lamek, güzel bir günde evine dönünce, görünüsü bakımından aileye hiç uymayan bir oglanla karsılasır. Bunun üzerine karısı Bat-Enos’u çagırır ve çocugun kendisine ait olmadıgını söyler. Bat-Enos bildigi bütün kutsal seyler üzerine yemin ederek tohumun ondan, yani Lamek’ten geldigini, bu iste ne bir askerin ne bir yabancının ne de ‘tanrı ogullarının’ parmagı oldugunu anlatır. (Bu tanrı ogullarının kimler oldugunu sorabilir miyiz? Bu aile dramının, Tufan’dan önce oldugunu da bu arada belirtelim.) Bununla birlikte Lamek karısına inanmaz ve babası Methuselah’ın ögütlerini almak üzere yola çıkar. Babasının evine varınca olayı oldugu gibi anlatır ve çok üzüldügünü söyler.Methuselah dinler ve çocugun nereden geldigini anlamak için bilge Enok’a basvuracagını, bunun için de çok uzun ve yorucu bir yolculuk gerektigini söyler. Ama ailenin bu çocuga tepkileri öyle büyümektedir ki, sonunda yolculuga çıkmaya karar verir. 

Enok, Methuselah’ın ailede birdenbire ortaya çıkan ve ne saçı, ne gözü, ne de derisi kendilerine benzeyen bu çocugu anlatmasını
dinler ve yaslı adamı çok üzücü bir haberle birlikte evine yollar:

Pek yakında dünya, insanlık ahlâksızlık ve alçaklık suçundan yargılanacaktır. Ailedeki çocuk, büyük evrensel yargılamadan kurtulacak olanların dedesidir. O bakımdan Lamek’e, çocuga Nuh adını koymasını emretmelidir. Böylece Methuselah evine döner ve oglu Lamek’e kendilerini bekleyen felâketi anlatır. Lamek’in çocugu kabul etmekten ve Nuh adını koymaktan baska çaresi yoktur!
 
Aile öyküsünün en ilginç yanı, Nuh’un ailesinin, hatta büyükbabası Methuselah’ın, daha sonra ates saçan bir savas arabasına binerek ebediyen göklerde kaybolan Enok tarafından pek yakın bir felâket konusunda uyarılmıs olmalarıdır.

Bu olay da, insan soyunun, uzaydan gelen bilinmeyen yaratıklar eliyle çogaltıldıgı düsüncesini dogrulamıyor mu? Aksi halde, insanların hiç durmadan devler ve tanrı ogulları tarafından döllenmesinin ve basarısız olan türlerin sürekli yok edilmesinin hiç bir anlamı kalmıyor.
Bu açıdan bakınca, Tufan’ın, bir iki üstün kisi dısında kalan insanları ortadan kaldırmak için bilerek yapıldıgı anlasılıyor. Böyle olunca da ilâhî bir yargılama niteligi ortadan kalkıyor.Günümüzde daha zeki bir insan türünün sunî olarak yasatılması gerçeklesmeye dogru giden kuramlar arasında. Tıpkı Tiahuanaco efsanelerinde anlatılan Büyük Ana’nın, günes kapısına uzay gemisiyle gelmesi ve 70 çocuk dogurması gibi. Tıpkı türlü din kitaplarının, ‘Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı’ demesi gibi.
 
Birtakım eski din kitapları daha da ileriye giderek, ‘tanrı’nın istedigi biçimde insanların’ yaratılabilmesi için, birçok deneyler yapıldıgını yazıyor. Bilinmeyen uzaylıların dünyamızı ziyaret ettigini ileri süren kuramımıza göre, bugün bile bizi biz yapanın bu üstün varlıklar oldugu anlasılmaktadır. Bu deliller zincirinin bir halkasını da, tanrıların atalarımızdan istedikleri armaganlar tamamlıyor. Bu istekler, hiç bir zaman güzel kokular ve kurbanlık hayvanlarla sınırlandırılmamıstı. Armaganlar listesinde çogu zaman çesitli karısımlardan yapılmıs sikkeler de
yer alıyordu. Gerçekten de Dogu’nun en büyük eritme kuruluslarından biri, Ezeon Geber’de bulunuyordu. Kazılarda ortaya çıkarılan bu kurulus, son derece modern bir ocak, türlü hava kanalları ve belirli amaçlar için açılmıs deliklerden meydana geliyordu. Günümüz eritme uzmanları bu kurulustan nasıl bakır elde edilmis olabilecegini açıklayamıyorlar. Ancak burasının bakır elde etmek için kullanıldıgı kuskusuzdur; çünkü Ezeon Geber dolaylarındaki birçok magara ve galeride genis bakır sülfat stokları bulunmustur. Söz konusu bütün buluntular 5000 yıllıktır!
 
Eger bir gün bizim uzay adamlarımız da indikleri gezegende ilkel insanlarla karsılasacak olurlarsa, zavallılar üzerinde ‘tanrı’ ya da ‘tanrı oglu’ izlenimi bırakacaklardır. Ama bir de indikleri gezegende korkunç ileri bir uygarlıgın insanlarıyla karsılastıklarını düsünün. Her halde o zaman, ‘tanrı’ olarak degil, zamanın çok
gerisinde yasayan zavallılar olarak karsılanacaklardır!

KAYNAK: Erich Von Daniken - Tanrıların Arabaları