Modern Bilimin Antik Kökenleri

Bu çalışmamda Dick Teresi'nin ''Kayıp Keşifler:Modern Bilimin Antik Kökenleri'' isimli kitabındaki önemli gördüğüm yerleri derledim.Aslında daha yazılacak çok şey var fakat şimdilik bu kadarının yeteceği kanaatindeyim.Eğer istek olursa sonra kalan yerleri de yazarım.Bu çalışmamdaki amacım tıpkı bir önceki çalışmamda olduğu gibi Müslümanların Tarih Kur'an'la başladı düşüncelerine bir darbe daha indirmektir.Umarım Müslümanlar tarih Kur'an'la başladı düşüncelerinden biraz olsun arınabilirler ve çok kez Kur'an Mucizelerine darbe indirdik umarım tüm hepsinden vazgeçip kanmayı ve kandırmayı bırakırlar artık.

BİLİM TARİHİ

Pisagor'dan iki yüzyıl önce,Kuzey Hindistan'daki filozoflar bu çekim gücünün güneş sistemini bir arada tuttuğunu anlamışlardı, ve bu durumda en büyük kütleye sahip olan Güneşin merkezde bulunması gerekiyordu.Antik Yunan gökbilimcisi Samos'lu Aristarchus İ.Ö üçüncü yüzyılda bir güneş merkezli sistem ortaya koymuştu.

Babilliler Pisagor teoremini (Bir dik açılı üçgenin iki dik kenarının karelerinin toplamı hipotenüsün karesine eşittir) Pisagor'un doğumundan en az 500 yıl önce geliştirmişlerdir.Çinli Matematikçi Liu Hui pi sayısının değerini (3,1416) bin yıl boyunca en kesin tahmin olarak kullanılacak şekilde hesaplamıştır.0'dan,9a kadar olan numaralarımız antik Hindistan'da M.S 500 yılında modern batılı numaralardan ayırt edilemeyecek şekilde bulunmuştur.Algebra(Cebir) ''zorlama'' anlamına gelen Arapça sözcüktür

Çinliler M.Ö 1400 ile 1200 yılları arasında gözlemler yapmış,veriler elde etmiş ve bunları bilgiye dönüştürmüşlerdir.M.Ö 1800 yılında Venüs gezgeninin konumlarının kaydedildiği Amizaduga Venüs Tabletleri, Babil krallığı döneminde bilimsel konulara olan yaklaşımı ortaya koymaktadır.

Isaac Newton'dan yirmi dört yüzyıl önce Hintli Rig-Veda evreni bir arada tutan şeyin çekim kuvveti olduğunu yazmıştır.Sanskritçe konuşan Ari Irkı,Yunanlılar dünyanın düz olduğuna inandıkları bir dönemde yeryüzünün bir küre şeklinde olduğu düşüncesini benimsemişlerdi.M.S beşinci yüzyıl Hintlileri bir şekilde dünyanın yaşının 4.3 miyar yıl olduğunu hesaplamışlardı;19. yüzyılda İngiltre'deki bilim adamları onun 100 milyon yaşında olduğuna inanıyorlardı.(Çağdaş tahmin 4.6 milyar yıldır).M.S dördüncü yüzyılda Çinli bilim adamları -13. yüzyılda Araplar ve daha sonraları Papua Yeni Gine'lilerde olduğu gibi - gezegenin Tarihi çalışmaları için fosilleri kullanmışlardır;17. yüzyılda Oxford Üniversitesi'nde bazı fakülte üyeleri fosillerin ''şeytan tarafından ekilmiş olan yanlış ipuçları'' olduğunu öğretmeyi sürdürüyorlardı.M.Ö 11. yüzyılda K'ao kung chi tarafından yapılan nicel kimyasal çözümlemeler Çinlilerin bu dönemde kimya alanında başka kültürlerle karşılaştırılamayacak derecede,ne denli ilerlemiş olduklarını göstermektedir.
M.Ö üçüncü yüzyılda Mohist(Çinli) fizikçiler ''hareketin durması karşı güce bağlıdır...Eğer hiçbir karşıt güç yoksa... hareket asla sona ermeyecektir.Bu, bir öküzün bir at olmadığı kadar doğrudur'' ifadesini kullanmışlardır.Newton'dan iki bin yıl önce onun ilk hareket kanunu daha düz terimlerle ifade edilmiştir.Shu-Ching (yaklaşık M.Ö 2200) Empedokles'den onyedi yüzyıl önce maddenin ayrı elementlerden oluştuğu gözlemini yapmış ve Albert Einstein ve Max Planck'tan çok uzun zaman önce foton ve quana düşüncesine benzer bir parçacık yapısından bahsetmiştir.Büyük patlama mı?Mısır,Hindistan,Mezopotamya,Çin ve Orta Amerika ''büyük bir kozmik bağlanma'' ile hepbirlikte mi başlamışlardır-bu büyük patlama ile aynı olmasa da,daha şiirseldir.

Pratik konulara gelince Francis Bacon üç buluşun -barut,pusula ve matbaa- modern dünyanın başlangıcına işaret ettiğini belirtmiştir.Bu üç buluşun hepsi Çin'den gelmiştir.İnkalar kauçuğu sertleştiren ilk uygarlık olmuştur ve onlar salgın hastalık olan sıtma için bir antidot olan kinin maddesini keşfetmişlerdir.Çinliler 25 yüzyıl önce soya fasulyesinin kabuğundan antibiyotik yapmışlardı.

Vedik Hintliler kurban törenlerinde kullanılacak yapıları oluşturmak için karekökü çözmüşlerdir.

ASTRONOMİ

En eski kültürlerde bile gökyüzü gözlemleri önemliydi.Gökbilimciler aynı zamanda din adamları olarak hizmet görüyorlardı.Maya ve Azteklerin tapınak ve top avluları aynı zamanda gökbilimsel gözlemler yapılmasını olanaklı kılacak bir yapıya sahipti.Onlar hem tapınak hem de gözlem evi olarak işlev görüyordu.Meksika'nın antik dönem insanları gözlemevi,-tapınak kullanılarak kehanet aracılığı ile kendi yaşamları ve yıldızlar arasında bağlar kuruyorlardı.Astroloji ve astronominin bu evliliği Batılı olmayan birçok antik kültür için yaygındır.

Teleskopsuz olsa bile ,Kopernik'ten uzun zaman önce antik Hintliler dünyanın Güneşin etrafında döndüğünü ve Kepler'den bin yıl önce gezgenlerin yörüngelerinin elips şeklinde olduğunu biliyorlardı.

Klasik Maya dönemi olarak anılan M.S 200 ve 900 arasındaki yüzyıllarda,gökbilimsel takvimsel ve zaman göstergeleri bir zirve noktasına ulaşmıştır.Mayalar tüm bu öğeleri almışlar ve onları özgün ve zekice bir seviyeye yükseltmişlerdir.Mayalar muhtemelen dönemlerinin en bilgili gökbilimcileri ve matematikçileri olmuşlardır.

Hindistan,başka kültürleri etkileyen bir katalizör ve fikirlerin taşınmasını sağlayan bir kanal olarak hizmet görerek astronomi biliminin gelişiminde öncü bir rol oynamıştır.

Bir antik dönem Sanskritçe mısrası çok sayıda Güneş düşüncesinden bahsetmektedir:

''Sarva Dishanaam Suryaham Suryaha,Surya'' bu mısra kabaca tercüme edildiğinde ''Tüm yönlerde Güneşler vardır,gece gökyüzü onlarla doludur''. anlamına gelmektedir.Bu erken dönem gökyüzü izleyicilerinin görülebilir yıldızların Güneş türüne benzer olduğunu anlamış olabileceklerini ortaya koymaktadır.

Erken dönem Hint metinleri arasında,ilahi şiirsel bir biçimde yazılmış olan,astronomi ve matematik üzerine tezler içeren siddhantas bulunmaktadır.O,hem bir bellek oluşturma amacıyla,hem de sanat ve bilim olgusu olarak yazılmıştır.18 erken dönem siddhanta'nın 5 tanesi Surya-Siddhanta adıyla anılmakta ve Hint astronomisi üzerine erken dönem metin niteliği taşımaktadır.Onlar M.Ö 400 dolaylarında yazılmıştır.Surya-Siddhanta antik dönem Mezopotamya trigonometrisinin temel bir sorunu olan gezegenlerin yörünge eksenlerinin bulunması için bir yöntem içermektedir. Surya-Siddhanta'da gezegenlerin hareketlerine ilişkin olarak gezegenlerin birbirini çekmeleri ve itmelerinden bahsedilmektedir.Bu çekim kuvvetine ilişkin erken dönem bir düşüncedir.Çekim kuvveti sözcüğünün Sanskritçe karşılığı ''gurutvakarshan''dır.Akarshan çekilmiş olmak anlamına gelmektedir.Erken dönemlerden itibaren,dilin kendisi bu kuvvetin karakterinin çekim olduğunu yansıtmıştır.

Bazı bilim adamları Kopernik,Galileo ve Newton'dan bin yıl önce güneş-merkezlilik ve yerçekimi kavramlarının bu erken dönem metinlerinde yer aldığını tartışmaktadır.Surya-Siddhanta 'da Vedalar Güneşin tüm dünyaların babası olduğuna inanmaktadır;o varlık nedeni olarak görülmektedir.

M.S 425 dolaylarında Paitamahasiddhanta dünyasal ve göksel kürelerin ve gezegen hareketlerinin geometrik modellerinin ifade edildiği bir metin olmuştur.Metin temel düz-dünya modelini alır ve onu küresel evrene dönüştürür.Burada sabit bir hız yerine herbir gezegenin birbiriyle etkileşim halinde olduğu bir durumdan bahsedilmektedir.

Kerala şehrinde doğmuş olan genç Hintli gökbilimci Aryabhata 499 yılında ''Aryabhatiya'' adlı Matematik ve Astronomi üzerine yazdığı tezi ortaya koymuştu.Aryabhatiya Hint matematiğinin o döneme kadar olan gelişiminin bir özetiydi.Ayrıca,astronomi,küresel trigonometri,aritmetik,cebir,düzlem trigonometrisini de içeriyordu.Aryabhata'nın temel amaçlarından birisi Hint astronomisinin karmaşık hesaplamalı matematiğini basitleştirmekti.O,bunun için pratik bir amaca sahip olmuştu: Ay ve Güneş tutulmalarının öngörülmesini daha kolay kılmak ve göksel yapıların hareketlerinin daha kolay anlaşılabileceği bir Hint takvimi oluşturmak.

Bu süreç içinde Aryabhatiya uzaydaki gezegenlerin konumlarının yeni bir savını ortaya koymuştur.O,göksel yapıların görünür dönüşlerinin yeryüzünün eksen dönüşüne göre olan durumunu içermektedir.Aryabhata pek çok alanda devrimsel bir düşünür olarak gezegenlerin yörüngelerinin, güneş ile gezegen arasındaki değişen uzaklıklarını vermiştir.Onların yörüngeleri temel olarak dünya-güneş yörüngesini uzaklık terimleriyle belirmektedir. O ay ve gezegenlerinin yörüngelerinin elips şeklinde olduğunu kavramıştır.Aryabhata ay tutulmasının nedeninin dünyanın gölgesi olduğunu yazmıştır.O döneme kadar bunun nedeninin Rahu adlı bir şeytan olduğuna yaygın olarak inanılırdı.Onun yılın uzunluğu için bulduğu değer 365 gün,6 saat,12 dakika ve 30 saniyedir.Bu gerçek değerin çok üzerinde olan bir tahmindir;gerçek değer 365 gün ve 6 saatten biraz azdır.Başka bir gökbilimci olan Bhaskara,yüzyıl sonra Aryabhatiya üzerine yazdığı yorumda şöyle demiştir:

Aryabhata, matematik,kinetik ve küre bilimi sonsuz bilgisinin denizinin en derin noktalarına inerek onu kıyıya çıkarmayı başarmış bir ustadır.

Aryabhatiya 13. yüzyılda Latince'ye çevrilmiştir.Bu çeviri boyunca Avrupalı matematikçiler üçgenlerin alanlarını ve kürelerin hacimlerini hesaplamanın yöntemlerini öğrenmişlerdir.Ay ve güneş tutulmalarının nedeni hakkındaki açıklamalar ve ay ışığının kaynağı Avrupa'da çok fazla heyecan yaratmamıştır.Çünkü bu dönemde onlar Kopernik ve Galileo'nun araştırmalarından bunları öğrenmiş bulunuyorlardı.Ancak Aryabhata'nın Avrupalı bilim adamlarından bin yıl önce yaşamış olduğu ve bu düşünceleri o zaman kavramış olması onun başarısını ortaya koymaktadır.

628 yılında,antik Hint gökbilimcilerinin en başarılılarından biri olan Brahmagupta,Brahmasphutasiddhanta(Evrenin Açılımı) yapıtında kendi gökbilimsel sistemini ortaya koymuştur.Brahmagupta antik Hindistan'ın matematik merkezi olan Ujjain'deki astronomi gözlemevinin başı olmuştur.Burada güçlü bir matematiksel astronomi oluşturmak amacıyla Varahaminhira gibi büyük matematikçiler çalışmıştır.

Brahmasphutasiddhanta 25 bölüm içermektedir.Bunların ilk on tanesi gezegenlerin yörüngeleri,ay tutulmaları,güneş tutulmaları,doğuşlar ve batışlar,ayın evreleri,ayın gölgesi,gezegenlerin birbiriyle olan konumları ve sabit yıldızlar ele alınmıştır.Diğer 15 bölüm ikinci bir çalışmayı biçimlendiriyor gözükmektedir.Burada matematiğin astronomi üzerine uygulanmasının yöntemleri anlatılmaktadır.Brahmasphutasiddhanta'nın büyük bir bölümü 770'lerin başlarında Arapça'ya çevrilmiştir ve gökbilimci Yakup İbn Tarık tarafından çeşitli çalışmaların temeli olmuştur.1126'da o Latince'ye tercüme edilmiştir.Bu çalışma Batı astronomisinin Hint-Arap aşamasının temelini oluşturmaktadır.

Yunan etkisinde olan batıda güneşin ve göksel yapıların lekesiz oldukları düşünülürdü.Ancak Çinli gökbilimciler Güneş'in üzerinde lekeler görmüşlerdir.Güneş lekeleri gözleminin en erken dönem kaydı M.Ö 4. yüzyılda gök bilimci Kan Te tarafından yapılmıştır.

Güneş lekelerinin bir sonraki belgelendirilmesi M.Ö 165 yılında olmuştur.Bir çarpı işareti gibi olan karaktere Wang adı verilmiştir.O,dünyanın kesin olarak saptanan en erken dönem güneş lekesi olarak kabul edilmiştir.Batının güneş lekelerine ilişkin en erken referansı M.S 807 dolaylarında Einhard'ın Life of Charlemagne yapıtıdır.Joseph Needham M.Ö 28 ile M.S 1638 arasında Çin tarihinde 112 güneş lekesi örneği kaydedildiğini bulmuştur.

Çinliler M.S 600 yılında,kuyruklu yıldızların ay gibi yansıtılan ışık ile parladıklarını gözlemlemişlerdir.Onlar kuyruklu yıldızların kuyruklarının her zaman güneşten uzağa doğru olduğunu belirtmişlerdir.Bu fenomenin bir güneş enerjisi olduğu öne sürülmüştür.Günümüzde bu kuyrukluyıldız kuyruk yönünün ''güneş rüzgarı'' güneşin radyasyon gücü ile belirlendiği bilinmektedir.Temple,Çinlilerin güneş rüzgarı fikrinin formülleştirilmesiyle kendilerini sınırlandırmadıklarını söylemiştir.Çin literatürü güneş radyasyonu için ch'i referansları ile doludur.Ch'i güneşten gelen ''yayılmacı ya da radyasyon yayıcı kuvvet'' olarak tercüme edilebilir.Çinli gökbilimciler,güneşin ch'i gücünün,güçlü bir rüzgarmışçasına kuyrukluyıldızın kuyruğunu estirmeye yetecek kadar güçlü olduğunun açık olduğunu düşünmüşlerdir.Çinliler,uzayı güçlü kuvvetler ile dolu olarak algılamışlardı.

Çağdaş gökbilimsel gözlemler Avrupa geleneğinden değil,Çin geleneğinden kaynaklanmaktadır.Modern teleskoplar,Çin'de M.Ö 2400 yılında yapılmış olduğu gibi ekvator sistemine göre ayarlanmıştır.

FİZİK

Higgs alanı yüzyıllarca önce antik Hindistan'da gösterilmiştir.Bu,maddesel dünya içinde nesnelere ağırlık veren bir yanılsama örtüsü olarak tanımlanabilecek ''maya'' adı verilen bir yapıdır.

Abdera'lı Demokritos M.Ö 5. yüzyılda yaşamış bir yunanlı filozoftur.O, ''gülen filozof'' olarak tanınmaktadır çünkü o insanların kusurlarından eğleniyordu ve bazen parçacık fiziğinin babası olarak anılmaktadır.O bazı önceden bilme düşüncelerine sahipti.Yaşantısının bir noktasında derin bir depresyona girip,aç kalarak kendisini öldürmeye çalışmıştır.Kızkardeşleri ona bir oyun oynamıştır.Demeter festivalini kutlamak için,onlar ekmek pişirmişlerdir.Rüzgarın yardımıyla onun odasına ekmeğin kokusunun ulaşması ile o -yalnızca fiziksel olarak değil,aynı zamanda entelektüel açıdan- yaşama geri dönmüştür.O kendi kendine madde olarak mutfakta bulunan ekmeğin nasıl olup da aşağıdaki kendi yatak odasına yolculuk ettiğini sormuştur.Onun çözümü atomdu.Bu, ''kesilemeyecek bir şey'' idi.Ekmekteki atomlar yolculuk ederek onun burnuna ulaşmışlardı.Demokritos tüm maddelerin sonlu,görülemeyen ve bölünemeyen parçacıklardan oluştuğunu öne sürmüştür.Onlar çeşitli şekillerde birleşerek bizim etrafımızda gördüğümüz tüm nesneleri oluşturmaktadır.

Bizim Demokritos'u ilk parçacık fizikçisi olarak adlandırmamıza karşın,onun düşüncesi yeni bir düşünce değildi.Steven Weinberg Hink'li ''metafizikçiler''in Demokritos'tan yüzyıllarca önce atom düşüncesine ulaşmış olduklarını söylemiştir.

Hem antik Hintliler hem de ön-Sokratik Yunanlılar mantık aracılığıyla farklı mantıksal yollar izleyerek atomlar üzerine kendi inanışlarına ulaşmışlardı.Demokritos basit olarak maddenin bölünemeyen parçacıkları olarak atomların var olması gerektiğini öne sürmüştü.Büyülü bir bıçak ile bir peynir parçasının git gide daha küçük parçalara ayrıldığını düşünün.Onu sonsuza kadar kesebilir misiniz?O, hayır sonucuna ulaşmıştır.Nihai olarak,siz atoma ulaşırsınız.Ancak bu yalnızca bir varsayım,iyi bir tahmindir.Neden sonsuza dek kesemeyelim ki?Hintliler aynı sonuca farklı rota izleyerek ulaşmışlardır.Bir dağ ile bir köstebek yuvasını ele alın demişlerdir.Hangisi daha çok parçacığa sahiptir?Açık bir şekilde, dağ.Bu onu sonsuza dek parçalayamayacağımızı gösterir.Çünkü sonlu, bölünemeyen bir parçacık vardır.Eğer parçacıklar bölünemeyecek kadar küçük ise, dağ ve köstebek yuvası eşit parçacık sayısına sahip olacaklar, ve onlar herhangi gerçek anlamlarını kaybedeceklerdir.Yine bir varsayıma ulaşılmıştır fakat bu kez Demokritos'un tahmininden daha sıkı bir düşünce yapısı vardır.Ve Hintliler, Demokritos'tan farklı olarak sonlu oluşumların gelişmemiş,ilkel bir anlayışını ortaya koymuşlardır.

Budistler atomu ''bölünemez,çözümlenemez,görülemez,duyulamaz,tadılamaz ve kavranamaz'' olarak tanımlamışlardır.

JEOLOJİ

Aristo'dan yaklaşık bin yıl önce,Vedik Ariler dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneşin etrafında döndüğünü iddia etmişlerdi.Arunachalan tarafından tercüme edilen bir Rig-Veda yazısında; ''Güneş,güneş sisteminin merkezinde bulunmaktadır'' ifadesi yer almaktadır.Bir öğrenci ''Dünyayı havada tutan varlığın doğası nedir?'' diye sormuştur.Öğretmen yanıt verir, ''Risha Vatsa'ya göre, Dünya'yı uzayda tutan şey Güneş'tir''.Bu ifadeler çekim kuvvetinin modern düşüncelerinin ipuçlarını taşımaktadır (Ancak M.S 550 dolaylarında Hintliler güneş sisteminin sabit bir dünya etrafında döndüğü şeklindeki bir Yunan modelini benimsemişlerdir.

Çin'deki Sarı Nehir uygarlıkları (M.Ö 2200'den M.S 1300'e kadar) jeoloji alanında çok sayıda gözalıcı gelişimi ortaya koymuştur.Bunlar arasında ilk manyetik pusulalar,ilk sismograflar ve ayrıntılı kayıt tutma gelmektedir.

Çinliler petrol endüstrisinin öncülüğünü yapmışlardır.Eski Ahit'te petrol sızıntılarını önceleyen kayıtlar bulunmaktadır.Jo shui(zayıf su) petrolün Çin dilindeki ismiydi,çünkü her nekadar o sıvı olsa da hiçbirşey onun üzerinde yüzemiyordu.Yaklaşık olarak M.S 190'da Thang Meng ''Bzı su kaynaklarından et suyuna benzer bir sıvının aktığını '' yazmıştır.Bu yapışkan bir sıvıdır-donmamış yağ gibidir.Eğer onun üzerine ışık gelirse,parlak bir alevle yanmaya başlamaktadır.M.Ö 300 yılından kalan kayıtlar onun baltaları yağlamak ve bir ateş kaynağı olarak kullanıldığını ortaya koymaktadır.Konfüçyüs'e göre, Szechwan'da M.Ö 211 yılına ait doğal gaz kaynaklarının kayıtları bulunmaktadır.

Çin bilimi üzerine yoğun araştırmalar yapmış olan İngiliz akademisyen Joseph Needham'a göre,Çinliler M.Ö birinci yüzyıldan itibaren daha tutarlı ve kesin bir şekilde Batılı uygarlıklardan daha fazla olarak bir zamanlar canlı olan yaratıkların bir kanıtı olan olan fosilleri incelemişlerdir.M.S 200'den 300 yılına kadar, taşlaşmış çam ormanı bölgesinde yaşayan Çinli akademisyenler bu taşlaşmanın üç bin yıl sonra doğal olarak meydana geldiğine inanmaktadır.M.S 4. yüzyılda Lo Han bu fosillerin taşlaşmış yaşamlar olduğunu biliyordu.M.S 5. yüzyılda fosilleşmiş kolsu-ayaksı kabuklar taşa dönüşmüş kabuklar olarak değerlendirilmiştir.Aynı fosiller 1853 yılına kadar Batılılar tarafından anlaşılamamıştır.

Daha erken dönemde Xenophanes (M.Ö 560-478) ve Heredot (M.Ö 485-425) gibi Yunanlı düşünürler fosillerin canlı yaratıklar olduklarına inanıyorlardı.Aristo (M.Ö 384-322) Eratosthenes

( M.Ö 276-196) ve Strabo (M.Ö 63-M.S 25) fosilleri jeolojik süreç içinde yer alan büyük zaman çerçeveleri teorileri geliştirmek için kullanmışlardır.Ancak bu düşüncelerin hiçbiri Yunanlılar ya da daha sonraki Batılılar tarafından kabul edilmemiştir.Aristo ''De Respiratione'' adlı eserinde ''Dünyada çok sayıda balık hareketsiz olarak yaşamaktadır ve kazılar yapıldıkça onlar bulunmaktadır'' demiştir.

Antik Çinliler acaba dünyanın yuvarlak olduğuna inanıyorlar mıydı?Yanıt evettir,fakat onlar bu sonuca ulaşıncaya kadar yoğun tartışmalar yaşanmıştır.Carey M.S ilk yüzyılda Çinlilerin dünyanın yuvarlak olduğuna inandıklarını söylemiştir.Onlar bunu muhtemelen Ari Hintlilerden öğrennmişlerdir.Needham Çinlilerin uzun zaman boyunca dünyanın bir kare şeklinde olduğunu tartıştıklarını iddia etmiştir.M.S 1 ile 200 yılları arasındaki bir dönemde Çinli akademisyenler dünyanın bir yumurta şeklinde olduğunu iddia etmişlerdir, ve Yu Hsi (yaklaşık M.S 330'da) dünyanın yuvarlak olduğu iddiasında bulunmuştur.

Antik Çinliler buharlaşmanın nasıl olduğunu ve oluşan bulutların yağmura dönüşerek dünyaya dönmelerini biliyorlardı.

10. yüzyıl Arap düşünürü el-Mas'udi bir evrim teorisi geliştirmiştir.O bağdat'a yakın bir yerde doğmuş biri olarak The Book of Indication and Revision kitabında minarellerin bitkilere,bitkilerin hayvanlara ve hayvanların da insanlara dönüştüğü iddiasında bulunmuştur.

Ortaçağ'daki jeoloji tarihi kısa bir tarihtir.İki akademisyen öne çıkmaktadır:Varahaminhira ve Vagbhatta.Varahaminhira (M.S 499-587) Kapitthaka (bugünkü Kapitha)'da doğmuştur.Burası orta Hindistan'da büyük bir kültür merkezidir.Varahaminhira'nın 106 bölümlük Brhatsamhita (Büyük Özet) kitabı coğrafya,meteoroloji,botanik,tarım,takvim ve mücevher bilimi konularını kapsamaktadır.O, başka şeylerin yanı sıra depremlerin yerleri konusunda teoriler oluşturmuştur.Depremlerin oluşumunda Ay'ın bir faktör olduğu iddiasında bulunmuştur.O, dünyanın yuvarlak olduğunu öne sürmüştür ve değerli taşların zaman içinde kayalrın başkalaşımı ile meydana geldiğini savunmuştur.Daha sonraları, Vagbhatta (M.S 1300) değerli taşlar,metaller ve alaşımları kapsayan mineral sınıflandırmasının bir sistemini geliştirmiştir.

Çin, Chhien-Thang Nehri üzerinde en büyük gelgit kabarmalarına sahip olan ülkedir.Bu gelgitler kabarmaların kayıtları incelendiğinde dolunay ile olan bağlantı açık bir şekilde görülecektir.Ancak bu M.S sonra 1. yüzyılda Wang Ch'un'un yazdığı Heng kitabına kadar bilinmemektedir. ''Dalgalar, ayın büyümesi ve küçülmesini izlemektedir.''

Su gökyüzüne çıkmakta ve daha sonra fırtınalar ve yağmur aracılığıyla yüryüzüne geri dönmektedir .Peru Andlarında 6 aylık yağmur mevsimi vardır ve buna karşılık kuru geçen bir 6 aylık mevsim vardır.Onların evrenbiliminde,İnkalar suyun dünya üzerinde güney-güneybatıdan kuzey-kuzeydoğuya doğru hareket ettiğini ve daha sonra göksel bir nehir olarak kuzeyden güneye doğru aktığı görüşü egemendir.Su böylece kuru mevsimlerde bitkilerin gereksinimi olan depolamayı sağlayacak sürekli bir dolaşım halinde görülmektedir.

Hawaiililer adalarının bağlantısız olsa bile okyanus zemininden meydana geldiğine inanırlardı.Onlar deniz zemininin mercanların yetişebildiği ince ve kumlu bir yer olduğunu görmüşlerdi.Onlar taptıkları tanrının adayı denizin altından yukarıya doğru çıkardığına inanıyorlardı.Gerçekte ise Hawaii adaları denizden yükselerek oluşmamıştı ve orada bulunan mercan kayalıkları Polonezya'da olduğundan farklı değildi.Başka bir mitolojiye göre ada deprem ile dağların yükselmesi sonucunda ortaya çıkmıştı.