Kur'an'daki Embriyoloji


Bu yazı ben ve Turan Dursun forumlarındaki iki forumdaşım tarafından hazırlanmıştır.Mutlaka incelemenizi öneririm,Türkçe için gerçekten çok harika bir kaynak oldu. 
Toronto Üniversitesinde bir dönem anatomi uzmanlığı yapmış olan eski Prof. Keith Moore’ın 1980′lerin başında yazdığı, özel baskı embriyoloji ders kitabı, dünyadaki tıp okullarında yaygın olarak kullanıldı. Anlaşılan, Moore,  insan embriyo gelişimine ilişkin neler anlatıldığına bilmek için ilk kez Kuran’ı ele alıp okuduğunda, embriyoloji bilimi oluşmadan önce, insan embriyolojisi gelişimine ilişkin ifadelerin 7. yüzyılda, eksiksiz olarak kaydedildiğini hayretle karşılıyordu [1]. Çok sonradan Müslümanlar, Allah’ın son vahyinin, embriyonun rahim içinde gelişimine dair ifadeler içerdiği ve o dönemde bunun bilinmesinin mümkün olmadığı, bunların Muhammed’e vahyedildiğini ispatlama girişiminde bulundular. Gerçekten yakın zamandaki bu kitap büyük oranda iddiayı teyit ediyordu;
“Dubai tıp okulu son zamanlarda, tüm öğrenciler için  zorunlu olan bir İslami tıp kursu başlattı; Program, genetiğin de dahil olduğu tüm modern tıbbın Kuran’a bağlanmasını ve linklenmesini istiyordu. Bu kurslar, Suudi Arabistan’ın dinsel yaratılış doktrinine uygundu. Suudiler, hatırı sayılır ölçüde büyük paralar harcayarak, tıp konferanslarında önde gelen batılı bilim adamlarına, hatta bu meslekten olmayan belirsiz kişilere, modern bilimin prodüktörlerine Kuran ayetlerinin doğru olup olmadığını onaylamak için sordular . Bu konferanslardaki video ve broşürler, Suudiler tarafından İslam dünyasında elden ele dolaştırıldı” [2].
Eğer 7.yüzyılda test edilmesi mümkün olmayan malum ayetler ve bu kehanet, gerçekten doğru ve modern bilimin fikirlerine uygun olsaydı bu, Kuran’ın tanrısal olması gerektiği anlamına gelirdi. Bu sayfanın  düzenlenme amacı, Muhammed zamanında insan embriyosuna ilişkin kesin olarak nelerin bilindiğini, Kuran ayetlerinin doğru mu, yoksa gerçekten daha öncesinde (Muhammed öncesinde) pekala bilinip bilinmediğini mi göstermektir.
Kuran’da, insanın çoğalma, yaratılış, ve gelişimine ilişkin açıkça en az 60 ayet vardır. Ancak bu ayetler Kuran’da dağınık şekilde bulunurlar ve bu ayetlere ait temalar, kitabın genelinde yaygın olarak birden fazla kez tekrar edilmişlerdir. Hangi malzemeden yaratıldığımıza ilişkin ayetlerden başlamak konuya girişte faydalı olacaktır. Yeni başlayan biri, Kuran’ın tartışmasız, açıkça yazılmış bir kitap olduğu ümit edebilir ancak ayetler listelendiğinde, insan kökenine ilişkin ifadelerin ne kadar belirsiz olduğu ve kesinlik içermediği görülmektedir. Özel olarak belirtildiği durumlar hariç, kullanılan Kuran mealinin Yusuf Ali’nin (Suudi Revize Edition) çevirisi olduğunu unutmayın (Dipnot: biz burada Türkçe’ye çevirirken Diyanet mealini kullanmayı uygun bulduk).
Topraktan yaratılmış olabilir miyiz?
Hud Suresi 61: “O sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı”
Veya Arapça’da Salsaal olarak geçen kuru çamurdan mı?
Hicr Suresi 26,28,33: “Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan yarattık”
İsra Suresi 61: “Senin çamur halinde yarattığın kimse..”
Secde Suresi 7: “İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı”
Hiç’ten mi geldik?
Meryem Suresi 67: “İnsan, daha önce hiçbir şey değil iken kendisini yarattık”
Hayır, yokluktan da yaratılmadık!
Tur Suresi 35: “Yoksa onlar, hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar?” (Ali Bulaç Meali)
Balçıktan mı geldik? (Arapça: sulâletin min tîn)
Müminun Suresi 12: “Andolsun ki biz insanı, balçık mayasından yarattık” (Abdülbaki Gölpınarlı meali)
Munimun Suresi 12: “And olsun ki, insanı süzme çamurdan yarattık” (Diyanet meali – eski)
Sad Suresi 71: “Rabbin meleklere demişti ki, “Balçıktan bir insan yaratacağım” (Edip Yüksel meali)
Veya sudan?
Furkan Suresi 54: “O, sudan bir insan yaratıp”
Yoksa toz zerresinden mi ? (Arapça turâbin śümme)
Al-i İmran Suresi 59: “Allah onu (İsa’yı) topraktan yarattı.”
Rum Suresi 20: “Sizi topraktan yaratması, O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir”
Fatır Suresi 11: “Allah sizi topraktan yarattı”
Belki de tek bir nefisten veya ölüden yaratıldık?
Rum Suresi 19: “Allah, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır”
Zümer Suresi 6: “O, sizi bir tek nefisten yarattı”
Bu büyük ölçülerdeki belirsizliği ve tam olarak hangi maddeden yaratıldığımızı çözmek için, yukarıdaki açıklamalar öne sürülerek, aynı yolla bir ekmeğin hamur, un, karbonhidrat ve molekülle yapıldığı da söylenebilirdi. Bununla birlikte, bu kaçamak ifadeler bir sorundur. Allah’ın insanı yaratırken, kullandığı toz zerresi ve toprak gibi metaforik tanımlamalar, Kuran’dan önceki binlerce yıllık antik dönemlerden kalmadır ve aynı ifadeler İncil’in, Genesis (yaratılış) 2:7 bab’ında da bulunmaktadır. Bu ifadeler tam olarak, yaşamın okyanusların dışında karada başladığını ve kendiliğinden devam ettiğini ileri süren, bilimsel evrim teorisi/ya da bunu savunanlarla ile çelişiyorsa, Müslümanlar da hem okyanuslardan, hem de karadan (hem sudan, hem topraktan) yaratıldığımızı söylüyor.
Kuran’da bir çok yerde insanın bir damla sıvıdan (meni, tohum ya da spermden) oluştuğu bildirilir:
Nahl Suresi 4: İnsanı nutfeden (bir damla sudan) yarattı (Diyanet meali) 
Nahl Suresi 4: O, insanı [sadece] bir sperm damlasından yarattı (Muhammed Esed tefsiri) 
Secde Suresi 8: Sonra onun neslini bir öz sudan, değersiz bir sudan yarattı. 
Fatır Suresi 11: Allah sizi .. sonra da az bir sudan (meniden) yarattı. 
Necm Suresi 46: bir sudan (meniden) yaratmıştır. 
Vakıa Suresi 58: Attığınız o meniye ne dersiniz?! 
Kıyame Suresi 35: O dökülen meniden ibaret az bir su değil miydi? 
İnsan Suresi 2: Şüphesiz biz insanı, karışım halindeki az bir sudan (meniden) yarattık 
Mürselat Suresi 20: Biz sizi bayağı bir sudan (meniden) yaratmadık mı? 
Abese Suresi 19: Az bir sudan (meniden). 
Tarık Suresi 6-7: Fışkırıp çıkan bir sudan yaratıldı. Bu su, bel ile kaburga kemikleri arasından çıkar.
Bunlardan her biri altıncı yüzyılda, Muhammed zamanında Müslümanlar tarafından da bilinebilir miydi? Şüphesiz ki, üremenin bir damla sıvı emisyon içerdiği uygarlığın ilk günlerinden beri bilinmektedir. Eski Ahit, Yaratılış 38:9′de “Ama Onan ne zaman kardeşinin karısıyla yatsa, kardeşine soy yetiştirmemek için menisini yere boşaltıyordu” demekte. Dolayısıyla dışarı atılan sıvı damlasından yaşamın kökenini açıklayan ayetler, cinsel ilişki esnasında serbest bırakılan şeylerin doğrudan gözlemlenmesi olayından başka bir şey değildir. Bu basit gerçeği bilebilmek için herhangi bir vahiye veya ilahi bir bildirime ihtiyacımız olmadığı da açık.
Nufta hakkında yukarıda sırlanan ayetler, cinsel ilişki sırasında fışkırtılan sıvıyı tanımlamak için kullanılır ve açık bir şekilde meniye atıfta bulunmaktadır. Ancak, Prof. Moore İnsan Suresinin 2. ayetinde geçen “nufta”yı “karışık sıvı” olarak çevirmeyi yeğlemektedir ve bu Arapça terimin, gametleri (erkek spermi ve dişi yumurtası) içeren erkek ve dişi sıvılarına atıfta bulunduğunu söylemektedir. Eski Yunanlıların sadece mikroskop altında gözlemlenebilecek olan sperm ve yumurtaları tek tek gözleriyle görmüş olmaları ihtimal dışı olduğu gibi Kuran ayetleri de özel olarak sperme veya yumurtaye vurgu yapmamaktadır;  basitçe ‘nufta’ demektedir.  Makul olarak bu ‘meni’ olarak da çevrilebilir, veya Hipokrat’ın da daha erken bir zamanda kullanmış olduğu [4], bununla erkek ve dişi üreme sıvılarını kast ettiği, oluşum aşamasındaki “jerminal sıvı” olarak da çevrilebilir (ama açıkçası Hipokrat da bu sıvıların içinde hücreler olduğunu bilememiştir). Eğer Moore nufta kelimesini germinal sıvı olarak çevirmek isterse, aynı zamanda Kuran’ın bu terimi Yunanlılardan aşırmış olduğunu da pekiştirir.
Tarık Suresinin 6. ayeti, insan oluşmadan önce gerçekleşen cinsel ilişkide “fışkıran suyun” veya meninin, bel ile kaburga kemikleri arasından çıktığını iddia ettiği için ilginçtir. Görünüşe göre, meni, böbrek ve bel arasında kalan bir bölgeden çıkmakta ve bu da gerçek bir sorun teşkil eder, zira  spermlerin -bu konuda eski Yunanlılar ikna olmasa da-  testislerde üretildiğini biliyoruz . Örneğin Aristotales, matrak bir şekilde testislerin cinsel ilişki sırasında seminal geçişleri açık tutmak için ağırlık olarak işlev gördüklerine inanıyordu [5].
Sure içinde yer alan bu garip ifadenin Müslümanlar tarafından sunulan açıklaması ise [6], spermin fışkırdığı erkeğin kendisi henüz embriyo iken testislerin başlangıçta böbreklerin yer aldığı bölgelerdeki dokulardan oluştuğu gerçeği ile ilgilidir. Diğer bir deyişle, hem de çok dolambaçlı bir yoldan, başlangıçta spermlerin üretildiği testisler o bölgede olduğu için spermin bel ile kaburga kemikleri arasındaki bölgeden kaynaklandığı söylenir.
Elbette bu, bahsedilen ayet için çok daha az karmaşık olan bir açıklamadır. Yunan hekimi Hipokrat ve onun öğrencileri M.Ö. beşinci yüzyılda, meninin tüm vücut sıvılarından geldiğini ve meninin beyinden omurilik içine dağılmadan önce böbreklerden ve testisler aracılığıyla da penisten geçtiğini öğretiyorlardı [7]. Bu görüşe göre, doğal olarak spermlerin böbreklerin olduğu bölgeden kaynaklandığı düşünülür, bu artık günümüz bilgilerin besbelli bir maddesi olmadığı halde, Muhammed döneminde iyi biliniyordu ve Kuran’ın bu tür hatalı bilgiler içerebileceğini de göstermektedir.
Hipokrat'ın bir büstü
Görsel: Hipokrat’ın bir büstü
Tabi ki tüm bunlara karşı, meninin belden geldiği ile ilgili bağ aslında mecazi bir anlam taşıyor gibi argümanlar da ileri sürülebilir. Buna dair Araf Suresi 172. ayette “hem Rabbin Ademoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp…” ve Nisa Suresi 23. ayette “size şunlarla evlenmek haram kılındı; kasıklarınızdan gelen oğullarınızın eşleri..” örnekler bulabiliriz. Ama eğer öyleyse, o zaman bu mecazlı anlatım tarzının Orta Doğu kültürleri için ortak bir kullanım tarzı olduğu da kabul edilmelidir [8]; Tevrat’ta Tanrı Yakup peygambere (Yaratılış 35:11), “…senin sulpundan ve belinden krallar çıkacak” diye vaat veriyor. Daha sonra Eski Ahit’te benzer bir vaad Davud’a yapılır, “senin sulpundan (belinden) gelecek oğlun…” (1. Krallar 8:19) ve İncil’de Yeni Ahit’te Peter aynı kişiye “onun sulpundan ve belinden gelen birisi…” diyerek ona atıfta bulunuyor (Yunanca osphus). Ancak, bu “bel” (Arapça; sulp) kelimesinin mecazi anlamdaki kullanımları için örnekler vardır. Tarık Suresi, 6. ayeti açıkça fiziksel olarak cinsel birleşimden bahseder, ‘fışkıran su’ ve ‘bel ile kaburga kemikleri arası’ (Arapça; tar a’ib) her ikisi de çok fiziksel olgulardır ve bu ayetteki bağlamıyla açıkça Hipokrat tarafından yanlış öğretilen bilgi olan meninin üretildiği bölgeye atıfta bulunurlar. Böylece Kuran’da yeniden ortaya çıkan yanlış bir antik Yunan fikrinin ilk örneği de bulmuş olduk.
Hacc Suresi 5. ayet şöyle der; “Ey insanlar! Ölümden sonra diriliş konusunda herhangi bir şüphe içindeyseniz (düşünün ki) hiç şüphesiz biz sizi topraktan, sonra az bir sudan (meniden), sonra bir “alaka”dan , sonra da yaratılışı belli belirsiz bir “mudga”dan yarattık ki size (kudretimizi) apaçık anlatalım. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde durduruyoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyor, sonra da (akıl, temyiz ve kuvvette) tam gücünüze ulaşmanız için (sizi kemale erdiriyoruz)”. Mu’minun Suresinin 13-14. ayetlerinde aynı düşünce Kuran’ın Tanrısı tarafından yine tekrarlanır: “Sonra bu az suyu “alaka” hâline getirdik. Alakayı da “mudga” yaptık. Bu “mudga”yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık“. Kıyame Suresinin 38. ayettinde  insanın ”alaka”ya dönüştüğü söylenirken, Alak Suresi’nin 2. ayetinde ise insanın alakadan geldiği iddia edilir.
Ancak Moore bu konuda daha da ileriye gidiyor ve kitabının bir sonraki baskısında inanılmaz bir şekilde Kuran’da; “ortaya çıkan organizmanın, başlangıçtan 6 gün sonra, bir tohum gibi rahime yerleştirildiğinin” yazılmış olduğunu iddia ediyor [9]. Bu gerçekten doğru olsaydı çok şaşırtıcı bir durum olabilirdi. Kuran’da ise aslında böyle bir şey yazmıyor.
Biz bu kelimelerin kesin anlamlarının ne olduğunu, Moore ve diğerlerinin iddia ettiği gibi, ayetlerin yakın zamanlarda keşfedilen önemli bilimsel evreleri gerçekten içerip içermediğini ortaya çıkarmak amacıyla sorular sormak zorundayız. Arapça olarak geçen Nufta’nın ne anlama gelebileceği ile karşılaştırıldığında, “alak”ın ne anlama gelebileceğini anlamak daha zordur. Alak’ın ne anlama gelebileceğine dair birçok değişik görüşler ileri sürülmüştür;  pıhtı (Pickthall, Maulana Muhammed Ali, Muhammed Zafrulla Khan, Hamidullah), küçük kan yumrusu (Kasimirski), sülük gibi pıhtı (Yusuf Ali) ve sülük, asılıp-tutunan şey ya da kan pıhtısı (Moore, op. cit.). Moore oldukça tartışılabilir olmasına rağmen embriyonun, hamileliğin 24. gününde bir sülüğe benzediğini iddia ediyor. Yan görünümde, embriyonun genetik bir parçası olarak gelişmekte olan umblikus (tıpta göbek ve göbek kordonunun adı) hemen hemen insanın içinde geliştiği “sülük” şeklindeki kısmın büyüklüğü kadarken, anne ve cenine ait iki dolaşım sistemini birbirinden ayıran organ olan plesanta ise (plesanta aynı zamanda embriyodan genetik olarak gelen dokuları oluşturur) embriyonun kendisinden çok daha büyüktür. Antik Yunan bilginlerinin 3mm boyundaki bir embriyoyu görebilmelerinin mümkün olmadığı ve bu yüzden embriyoyu “sülük şekilli” olarak tanımladıkları iddia edilmiştir, fakat Aristo halihazırda M.Ö. IV. yüzyılda, hem de doğru bir şekilde göbek kordonunun fonksiyonunu tanımlayarak embriyonun da bu göbek kordonu sayesinde uterusa yani rahim duvarına yapıştığını belirtmiştir [10] . Bachir Torki’nin [11] bir iddiası olan, ‘Alak Suresinin 2. ayetinde geçen Arapça “alak” kelimesinin, DNA’nın genetik kodu ile ilişkilendirebileceği veya “gen kodu” anlamına gelebileceği iddiası ise, bu kelimelerin kullanıldığı diğer ayetleri de anlamsız kılacağından bu iddiaya inanmak imkansızdır. Buna örnek olarak Arapça “alak” yerine “gen kodu” ifadesini Hacc Suresi 5. ayete uyarladığımızda: ‘‘Biz insanı bir damla spermden sonra ”gen kodundan” ve sonra küçük bir et yumrusundan yarattık” gibi bir anlam çıkar ki, bu da sadece ayeti daha da mantıksızlaştırır.
24/25 günlük bir embriyo "alaqa" aşamada, yaklaşık. 2 mm uzunluğunda
Görsel: 24/25 günlük bir embriyo “alaqa” aşamada, yaklaşık. 2 mm uzunluğunda
Alaka’nın anlamını saptayabilmek için Muhammed İbn-Yakub al-Firuzabadi‘nin en önemli Arap sözlüklerini derleyerek oluşturduğu Qamus al-Muheet isimli eserine bakabiliriz (M.S. 1329-1415) [12] Firuzabadi,  Alaka’nın ”kan pıhtısı” ile aynı anlama geldiğini söylüyor. Alak Suresi 2. ayette “Alak” kelimesi hem kollektif çoğul ek, hem de bir isim fiili olarak kullanılmıştır. Alak kelimesinin ayetteki ikinci kullanımında ise, insani anlayışa göre, Eski Ahit’te Adem’in topraktan ve tozdan yaratılması ve yukarıda sayılan diğer bazı Kuran ayetleri ile uyumlu bir şekilde (Tekvin 2: 7), insanın yapışkan bir maddeden ya da muhtemelen balçıktan yaratıldığını ifade ediyor . Buna karşın Kuran çevirmenlerinin hepsi,  ”alaka” kelimesinin başka yerde tekil olarak kullanımı, onları bu ayette de “pıhtı”  kelimesini kullanmaya zorlayacağı için, hepsi meallerinde Alak Suresinin 2. ayetinde geçen “alak” kelimesini, -”yapışan” veya “sülük gibi” cazibeli kelimeler bilimsel olarak daha doğru olduğu halde-  ”yapışkan madde” yerine  devamlı “pıhtı” olarak çevirirler.
Bu konuda başka bir bilgi kaynağı ise erken dönem Müslüman tefsirci ve yorumcularıdır. İbn Kathir’in yazdıklarına göre, su damlası (nutfe) rahme yerleştiğinde orada 40 gün kalır ve sonra kırmızı bir pıhtıya (alak) dönüşür, daha sonra şekilsiz bir et parçası mudga’ya dönüşmeden önce de bir 40 gün daha bekler. Bunlardan sonra nihayet sonunda bir şekil ve form almaya başlar. Hem “ar-Razi” hem de “as-Suyuti“‘ye göre [13] “toprak”kelimesi, hem Adem’in yaratılışına hem de erkeğin boşalması anlamlarına atıfta bulunurken ”nutfe” kelimesi ile erkekten gelen meni yani sperm, “alaka” kelimesi ile de katılaşmış  kan pıhtısı parçası kastedilmektedir. İbn Qayyim al-Jawziyya (ölüm tarihi: M.S 1350), ‘bazen kesilen hayvanların rahimlerinde bulunan fetus, yaşayan ya da ölü bir hayvan yavrusu olup kanları katı ve sıkışıktır” diye yazar [14] . Tanınmış başka bir büyük hekim olan İbn al-Quff , 60 bölümden oluşan  ”Sağlığın Korunması Üzerine” eserinin 13 bölümünde embriyoloji ve gebelik konusunda yazmıştır. İbn al-Quff, ek olarak  gebelikten bir hafta sonra, “köpük evresi” ya da Arapçasıyla “raghwah” olarak adlandırdığı bir aşama gelişmesi daha ilave etmiştir. Buna göre, embriyo 16 güne kadar ”alak” (pıhtı) idi ve bu pıhtı 27 günden 30 gün sonrasına kadar bir et parçasına yani mudga’ya dönüşüyordu [15] . Gelişim evrelerini anlatan bu mühletlere aşağı yukarı olarak riayet edilmelidir, zira daha sonra da göreceğimiz gibi, en güvenilir hadis-i şeriflerin, fetal gelişim hakkında söyledikleri ile karşılaştırıldıklarında verilen bu mühletler yine de önemli bir gelişme olarak kabul edilebilir.
Etten bir lokmaya benzediği söylenen 26/27 günlük bir embriyo ise  sadece 3 mm uzunluğundadır
Görsel: 26/27 günlük bir embriyo. Etten bir lokmaya benzediği söylenen  embriyo  bu aşamada sadece 3 mm uzunluğundadır.
Gelişimin bir sonraki aşaması olan “mugda”yı Razi, “etin insan ağzında çiğnenebilecek kadar küçük parçası” olarak tanımlar. Mugda’nın çiğnenmiş et parçası anlamına geldiği fikri, aslında bu kelimenin daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan bir çevirisi olup daha az doğru bir tercümesidir. Böyle olduğu halde, bu fikir omurganın ve diğer gövde yapılarının geliştiği somitlerin (embriyo yaşamın üçüncü haftasının sonundan başlayarak embriyon mezoderminden gelişen ve notokordun her iki yanında ortaya çıkan oluşumların) modelleme hamuru plastisindeki  diş izleri implantasyonları ile sadece üstün körü benzerlikler taşıdığı iddia edildiği için yine de süre gelmiştir. Bunun sadece hayali bir yorumlama olmadığını, aynı zamanda Moore’un mugda’nın 26-27 gün sonra meydana geldiğini iddia edemeyeceğini de, çünkü bu dönemde embriyonun sadece 4 mm küçüklüğünde olduğunu söylemek gerekir. Embriyonun çiğnenmiş bir et boyutuna ulaşabilmesi  için (zira bir et parçası ancak 20-30 mm genişliğe ulaştığı zaman ağız dolusu olarak tanımlanabilir) bir kişinin yaklaşık 8 hafta kadar beklemesi gerekecektir ki mugda’nın anlatımlardaki gerçek anlamı da budur.  Buhari ve Müslim tarafından nakledilen aşağıdaki hadise göre ise Muhammed peygamber, Mudga’nın 80 ve 120 gün arasında meydana geldiğini söylemektedir. Ancak bu aşamadaki bir embriyo, halihazırda bir insanın çiğneyebileceği et yumrusundan önemli ölçüde daha büyük olup insana çok benzer ve tamamen bir etten farklı görünür.
  • “Abdullah ibn Mesud rivayet etmiştir ki Rasulullah şöyle buyurur “Şüphesiz ki sizin herhangi birinizin yaratılması, ana karnında kırk gün nutfe, sonra bunun gibi bir kan pıhtısı, sonra bunun gibi bir parça et olarak devam eder daha sonra Allah ona bir melek gönderir” (Buhari, Ebu Davut, İmam Ahmed)
Böylece Muhammed’e göre bir damla sperm 40 gün rahimde kalır sonra bir 40 günlük zamanda da kan pıhtısına dönüşür ve bir 40 gün daha geçince et parçasına dönüşür [16]. Erkek sperminin kadının üreme yolunda en fazla 7 gün hayatta kalabileceği gösterilmiştir, bunun yanında 80 gün sonra embriyo çok açık bir şekilde insan şeklini alır ve bu dönemde halihazırda çok gelişmiş olduğu için artık ne bir kan pıhtısına ne de ağız dolusu çiğnemlik ete benzer.
On bir haftalık bir fetus, gerçek boyutu 7.5 cm, ancak Muhammed'e göre hala "alak" aşamasında olan bir kan pıhtısı
Görsel: On bir haftalık bir fetus, gerçek boyutu 7.5 cm, ancak Muhammed’e göre hala “alak” aşamasında olan bir kan pıhtısı
İnsan gelişiminin son evresinde Kur’an’a göre kemikler oluşur ve kemikler et ile kaplanır. Ancak Prof.Moore’nin de dahil olduğu modern ebriyologlar kemiklerin oluştuğu ve mezoderm diye bilinen dokunun, kasların (”et”) oluştuğu doku ile aynı dokular olduğunu söylerler [17]. Böylece kemikler ve kaslar sırayla değil eş zamanlı olarak aynı anda gelişim gösterirler. Sahip olduğumuz kas dokularının çoğu doğumdan önce belirlenirken kemikler kalsiyum ile güçlenerek gelişimini ve  kalkerleşmelerini gençlik yıllarına kadar devam ettirirler. Bu anlamda kemikler et ile kaplanmaz,  eğer Kur’an kemiklerle kasların aynı anda gelişmeye başladığını ve kasların daha önce gelişimlerini tamamladığını söyleseydi çok daha fazla bilimsel doğruluğu olacaktı. Kemiklerin etle giydirilip kaplandığı düşüncesi sadece bilimsel açıdan tamamen yanlış değil, aynı zamanda, biraz sonra göreceğimiz gibi, doğrudan antik Yunan hekimi Galen’in eserlerinden kopyalanmıştır.
Aristo, insanların erkeğin sperminin kadının adet (regl) kanı üzerindeki faaliyeti sonucu oluştuğuna inanıyordu ki [18] , bu da bizi bir ikilemde bırakır. Eğer ”alak” kelimesini pıhtı olarak çevirirsek bu, Kur’an’ın anne karnındaki insanın gelişimi hakkındaki verdiği bilgilerin tamamen yanlış olduğu anlamına gelir, zira embriyonun oluşumu sırasında kesinlikle ”kan pıhtısı” evresi yoktur. Embriyonun kan pıhtısına benzer bir görünüme sahip olabileceği tek durum düşükler olup bu durumda kanın pıhtılaştığı (pıhtının büyük bir bölümü anneden gelmek üzere) görülebildiği gibi bu pıhtı katılaşmıştır ve tanımı gereği artık hayatta da değildir. Eğer bir embriyonun görünümü pıhtıya benziyorsa bu onun asla gelişememiş ve insan haline dönüşememiş olduğu anlamına geldiği gibi bu embriyo ana rahminden düşmüş bir et parçası ve ölü bir kitle olacaktır. Muhammed birden çok eşe sahip olduğu için büyük bir olasılıkla düşüklerin ona tanıdık gelmesi gerekir. Alternatif olarak, Aristoteles’in, embriyonun, erkek spermi ile kadının menstrüel (adet) kanının kombinasyonu sonucu ortaya çıktığına dair olan yanlış inancı Kuran’daki yanlış bilgilerin dayandığı bir ipucu olabilir.
Moore, embriyonun gelişiminde ”kan pıhtısı” evresi olmadığını farkettiğinden beri ”alak” kelimesini sülük olarak çevirerek bu problemden kaçınır. Ancak gördüğümüz gibi, bu sadece embriyonun 24-25. günlerde ”yapışkan sülüğe” , 26 ve 27.  günlerde ise diş izlerine sahip ”mudga’ya benzediği” yorumunu haklı çıkarabilmek için alak ve mudga kelimelerinin anlamlarıyla oynamasından ve çarpıtmasından öte başka bir anlam ifade etmez. Bunun yanında eğer ”alak” kelimesini rahim duvarına tutunduğu için ’’sülük” olarak çevirirsek ortaya bir problem daha çıkar  ki, bu da cenin sadece bir kaç gün için mi rahim duvarına tutunduğu sorusunu ortaya çıkarır. Kesin olarak biliyoruz ki fetus sadece birkaç gün değil, gebeliğin sonuna kadar 9 ay boyunca rahim duvarında yapışık olarak kalır.
Moore’nin yorumunda başka problemler de var. Sorun sadece Muhammed’in 24-25 gün ve 26-27 gün yerine iddia ettiği alak ve mudga’nın gebelik sırasında sırasıyla 40-80 gün (alak) ve 80-120 (mudga) günlük dönemlerde oluşması ile ilgili tarihler değil,  asıl sorun aynı zamanda eğer Kur’an insan gelişimine dair yüksek kesinlikte bilimsel hesaplar verdiği iddia ediliyorsa neden  ”nutfe,  alak, mudga ve sonraki kemiklerin etle giydirilmesi” gibi sadece 4 evreden bahsettiği sorusudur. Örnek olarak Moore kitabında döllemenin başlangıcı ile 28. gün arasında en az 13 evre daha sayar. Kur’an neden bu evreler hakkında hiçbirşey söylemiyor? Gerçek şu ki, Arapça terimlerin anlamları daha belirsizleştikçe ve belirli olan kelimelere de daha fazla anlam yükledikçe bunların da daha az ikna edecek ölçüde hassas bilimsel terimler olduğu söylenebilir.
Ancak en ikna edici açıklama ve Kur’an’ın Allah’ın bozulmamış ve herhangi bir insanın müdahalesi olmadan yazılmış sonsuz sözleri  olduğunu iddia edenler için en endişe veren şey, Kuran’ı Kerim’in büyük nüfus sahibi olan Yunanlı hekim Galen’in öğretilerinin bir tekrarı olduğudur. Bu durumda, sadece Kuran’ın kendisi yanlış değil, ama aynı zamanda antik Yunan edebi eserlerinden yapılan aşırmalar da yanlış olacaktır!
Antik Yunan hekimi Galen'in bir resmiBergama'daki sağlık tapınağı (Türkiye)
Görsel (sol): Galen’in bir resmi
Görsel (sağ) : Bergama’daki sağlık tapınağı (Türkiye)
[Bu hastane hakkında daha fazla resim için burayatıklayın]
Kur’an’da tanımlanan embriyolojideki farklı evrelerin varlığını ar-Razi ve al-Quff, Yunan Fizikçi Galen’in M.S 150 yılında  Bergama’da (şimdiki Türkiye) yazdığı öğretileriyle aynı şekilde açıklıyor. Galen, aşağıda ayrıntılı olarak embriyonun dört aşamada geliştiğini öğretir.
Galen’in Yunanca eserinden alıntı:
Galen'in Yunanca eserinden alıntı
Türkçe çevirisi 

Hesaplarımızı temiz ve düzenli hale getirmek için bir hayvanın ilk biçimlendiği döneme geri dönelim ve fetusun oluştuğu bu dönemi dört farklı devreye ayıralım. İlk evrede, hem düşükte hem de otopside görüldüğü gibi, meni formları hakimdir (Arapça nufta). Bu noktada, muhteşem Hipokrat da, hayvanın şeklini henüz fetus olarak tanımlamayıp  meni formu aşamasının 6. günde sona erdiğini duyduğumuz halde bu formu hala meni olarak tanımlar. Ama eğer bu oluşum kan (Arapça alaqa) ile doluysa ve kalp, beyin ve karaciğer  henüz tam olarak belirginleşip şekillenmediği halde belli bir dayanışma gösteriyor ve önemli bir boyuta ulaşmışsa bu da ikinci evredir ve fetus bir et formuna sahip olup artık meni formdan çıkmıştır. Buna göre, siz de Hipokrat’ın böyle bir formu artık meni olarak tanımlamadığını ama bahsettiği gibi fetus olarak tanımlayacağını düşünebilirsiniz. Anlatıldığı gibi, eğer önde gelen bu 3 parça diğer parçalardan açıkça, bir siluet şeklinde ayrılmaya ve belirgin bir biçimde görünmeye başladığında da bu dönemi üçüncü evre takip eder (Arapça mudga). Bu evrede önde gelen 3 parçanın şeklini de açık seçik görebileceğiniz gibi mideyi oluşturan parçaların bunlardan daha koyu, hele hele dış uzuvların ise hepsinden de daha koyu olduğunu izleyebilirsiniz. Dallara benzerlik gösterdiği için Hipokrat’ın da tanımladığı ifade ile bu kısımlar daha sonra “dalları” oluşturacaktır. Dördüncü ve son evre ise, bacak ve kol gibi dış uzuvların tüm parçalarının ayırt edilebildiği aşamadır. Bu evrede muhteşem Hipokrat, fetusu artık embriyo olarak da  tanımlamaz, bilakis artık kasılma hareketleri gösterdiği ve ana rahminde canlı bir hayvan gibi hareket ettiği için bu tamamlanmış oluşuma “çocuk” der (Arapça Yeni bir Yaratılış) …
… Bu aşamada doğanın organları tam olarak belirleme ve tüm parçaları tamamlama zamanı gelmiştir. Bu da etin kemikler etrafında büyümesine sebep olur, ve aynı zamanda … kemik uçlarını birbirine bağlayan bantları meydana getirir ve tüm uzunluğu boyunca periost denilen ince membranların yerleşmesine ve burada etin gelişmesine neden olur.[19]

Karşılaştırmak için Kur’an, Mü’minun Suresi, 13-14. ayetleri Arapça olarak verilmiştir:
Mü'minun Suresi 13-14. ayetleri Arapça
Türkçe meali:
Sonra onu az bir su (meni) hâlinde sağlam bir karargâha (ana rahmine) yerleştirdik. Sonra bu az suyu “alaka” hâline getirdik. Alakayı da “mudga” yaptık. Bu “mudga”yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!
 İnsanın meydana gelmesindeki ilk evre meni damlasıdır ve Arapça ”nutfe” kelimesine karşılık gelir; ikinci evre şekilsiz (henüz şekil almamış) beyin, karaciğer ve kalbe sahip kanlı damarlanmış fetusdur ve kan ile dolduğunda Arapça ”alak” kelimesine karşılık gelir yani kan pıhtısı; üçüncü evrede ”ete dönüşmüştür” ve Arapça ”mudga” kelimesine karşılık gelir, yani ağızda çiğnenebilir, bir çiğnemlik et parçası. Ve en son evre olan dördüncü evrede organlar iyice şekillenmiştir, eklemler rahatça hareket edebilir ve fetus hareket edebilecek hale gelmiştir [20]. Eğer Galen’in öğretileriyle Kur’an açıklamaları karşılaştırılması hakkında şüphe içindeyseniz aralarında İbn-Qayyim’in de olduğu erken dönem Müslüman doktorların açıklamalarına bakabilirsiniz. Cambridge Üniversitesi’nin Orta Doğu Merkezi Yöneticisi Basim Musallam konuyu şu şekilde bağlamaktadır:
“Kur’an ve Hadislerdeki Müslümanların kabul ettiği gelişim evreleri Galen’in hesaplarıyla tamamen aynıdır. Hiç şüphesiz Orta Çağ düşüncesi Kur’an ve Galen’in öğretileri arasındaki benzerliği anladı, Arap bilimi Kur’an’daki aynı terimleri Galen’in evreleri  ile açıklama işine koyuldu”.[21]
 6. Gelişim Evreleri – Modern Bir Fikir mi?
Aşama evrelerindeki embriyo gelişimin modern bir fikir olduğu ve Kur’an’ın insan gelişimindeki aşamaları anlatan modern embriyoloji önceden tahmin ederek hesapladığı söylenir. Fakat insan gelişiminin farklı evrelerle olduğunu söyleyen Galen dışında bir yığın antik dönem yazarı daha vardı. Örnek olarak  embriyonun gelişimini altı evrede tamamladığını yazanYahudi Talmud’unu verebiliriz. Samuel ha-Yehudi 2. yüzyılda yaşamış olan Yahudi bir hekimdi ve embriyoloji ile de ilgileniyordu [22]. Embriyoya ”peri habbetten” (vücudun meyvesi) diyordu ve gelişimini şu evrelere bölmüştü;

1. golem (şekilsiz,dürülü şey), 
2. shefir meruqqam (işlenmiş fetus – shefir ”amniyon kesesi” anlamına gelir) 
3. ‘ubbar (hamile kalınmış şey) 
4. v’alad (çocuk) 
5. v’alad shel qayama (asil ya da yaşayabilir çocuk) 
6. ben she-kallu chadashav (gelişim aylarını tamamlanmış çocuk)
Bugün modern bilim sayesinde, insanın anne karnında oluşumunun doğuma kadar  kesintisiz bir şekilde devam eden süreç olduğunu biliyoruz, zaten bu nedenle çağımızda kürtaj ve embriyo araştırmaları hakkında çok fazla kafa karışıklığı vardır. Eğer biz anne karnında hiç duraksamaksızın gelişiyorsak hayatın başlangıcı hakkında kesin ve katı sınırlar çizmemiz de imkansızlaşır. Bu durum bizlere ”‘O, sizi evrelerden geçirerek yaratmıştır’’ (Nuh Suresi, 14) diyen Kur’an ayetlerinin anlamsız olduğunu gösteriyor.
Eğer antik dönem Yunanlıların öğretilerine bakarsak Kuran ve hadislerdeki embriyolojiye dair tüm kaynakların Antik Yunan öğretilerine dayandığını ve bunların geriye doğru takip edilebildiğini açıkça görürüz. Örnek olarak Muhammed’e  ”neden bir kırmızı deve grubunun arasında gri bir deve var” diye sorulduğunda Muhammed’in ”gizli bir özelliği nedeniyle’‘ diye cevap verdiği hadisi verebiliriz. Ancak Aristo doğan yavruların ebeveynlerinden birisi yerine daha çok büyük anne veya babalarına benzediklerini ve şimdi resesif karakter veya çekinik gen olarak bildiğimiz karakteristik özelliklerin bir kuşağı atlayarak bir sonraki kuşağa aktarılabileceğini tespit etmiştir [23] . Bunun yanında Aristo bize bir de siyah tenli bir koca ile evlenen Elis isimli bir kadından bahseder, çiftin kızı siyah tenli olmamasına rağmen ancak onların kızlarının kızı -Muhammed’in de tam olarak aynı şekilde tanımladığı gibi bir kuşağı atlayan bir gen göstererecek şekilde- siyah tenli olarak dünyaya gelmişti [24].
Başka bir hadise göre: “ Bu ikisi­nin birleşmesi sırasında erkeğin menisi kadınınkine galip gelirse, Allah’ın emriyle oğlan doğar. Kadının menisi erke­ğinkine galip gelirse Allah’ın emriyle kız doğar” [25]. Elbette bu hadiste baskın özelliklerden (baskın karakter) ve resesif (çekinik) genlerden bahsedilmiyor, bazı Müslümanlar bunu iddia ettilerse de [26] bu hadiste anlatılanlar basit bir şekilde Hipokrates‘in yanlış inancını tekrarlamaktan öteye gitmemektedir. Hipokrates, yanlış olarak erkeklerin ve de kadınların hem dişi ve hem de erkek spermler ürettiğini ve doğan çocuğun cinsiyetinin miktar ve güç bakımından anne ve babanın sıvısından hangisi baskın gelirse ona göre belirlendiğini sanıyordu.
“… Kadın ve erkek çiftler eşit şekilde hem erkek hem de dişi spermler içerirler (Kadından daha güçlü olan erkek ancak güçlü bir spermden geliyor olmalıdır). Bir diğer nokta da; a) eğer çiftlerin her ikisi de güçlü sperm üretirse o zaman çocuk erkek olur, oysa b) eğer çiftin her ikisi de zayıf (güçsüz) sperm üretirse bu durumda çocuk kız olur. Ancak c) eğer çiftlerden her biri değişik sperm üretirse (biri güçlü biri güçsüz) bu durumda miktar bakımından kimin spermi baskın gelirse çocuk ona göre cinsiyet alır. Varsayalım güçsüz sperm, daha güçlü spermden miktar olarak daha çok olsun; o zaman daha güçlü sperm kaybeder ve güçsüz spermle karışır, bu durumda doğacak çocuk kız olacaktır. Eğer bunun tam aksi olursa yani daha güçlü sperm güçsüz sperme miktar olarak baskın gelirse bu durumda güçsüz sperm kaybeder ve sonucunda doğan çocuk erkek olur” [27].
Eski bir hadiste, Muhammed, “Erke­ğin suyu beyazımtrak ve kadınınki sarımtrak olur” der. Bu daha çok, gelişmekte olan civciv-yumurtası içinde bulunan ve Aristoteles‘in incelediği için bildiği, yumurtanın beyaz ve sarı içerikleri gibi duyuluyor [28].
Sonra aynı hadise göre, görünüşe göre embriyoya şeklini vermesi için Allah tarafından bir melek yollanıyor ve melek Allah’a ”bu bebeğin cinsiyeti ne olacak” diye soruyor. Hadiste anlatılanlara bakmaksızın, aslında cinsiyet sonradan değil, tam olarak ilk döllenme esnasında önceden belirlenmiştir. Eğer döllenmiş yumurta  iki tane X kromozumu içeriyorsa doğacak çocuk kız, veya bir X ve bir Y kromozomuna sahipse erkek olur. Bunun yanında hadiste meleklerin embriyo gelişiminin kaçıncı gününde gönderildikleri de belirsizdir (Hudhaifa bin Usaid, Muhammed peygamberin bu süre hakkında “40 ya da belki de 50. günde, 42 değil” dediğini rivayet ederken Abu Tufail ise Muhammed peygamberin Hudhaifa bin Usaid’a spermin anne karnında 40 gün kaldığını  rivayet ettiğini iddia eder).Hipokrates ise erkek üreme organlarının gelişiminin 30 günde ve kadın üreme organlarının ise 42 günde tamamlandığını düşünüyordu [29]. Bu nedenle meleğin anne karnındaki çocuğun cinsiyetini öğrenmek için 42 gün beklemesine şaşmamalıyız. Gerçekte ise önce gebeliğin 7. haftasında yumurtalıklar ve testisler özdeş olarak ortaya çıkar ve ve dış genital organlar sadece 9 hafta civarında farklılaşmaya başlar.
Zümer Suresi 6. ayette;  ”O sizi annelerinizin karnında, bir yaratılıştan sonra başka bir yaratılışla (halden hale geliştirip dönüştürerek) üç karanlık içinde yaratır” denilir. Bu ayetin birçok yorumu vardır, Suyuti‘nin de dahil olduğu bazı yorumcular fetusu çevreleyen 3 tane zarın olduğunu, birincisinin bebeğe besin taşıdığı, ikincisinin idrarı emerken üçüncüsünün de atık maddeleri emdiği şeklinde yorumlarlar. Bir diğer görüşe göre ise bu 3 karanlık fetusun oturduğu karın duvarı, rahim duvarı ve amniyon kesesi olarak yorumlanır. Bunlar, Hipokrates‘in rahim içindeki amniyon kesesinde bulunan yavruları gözlemlemek için hamile dişi köpekler üzerinde yaptığı otopsisinde de açıkladığı gibi [30] tamamen çıplak gözle gözlemlenebilecek şeylerdir .  Hem rabbini geleneklerinin ve hem de büyük bilim adamı Gaius Plinius Secundus‘un anlatımına göre [31]  bundan oldukça daha korkutucu bir yöntemi ise Kraliçe Kleopatra fetuslarını görmek istediği hamile kadın kölelerinin (cariyelerinin) rahimlerini yarıp açarak uygulamıştır. Ayrıca, Romalılar bebeğini doğuramadan ölen hamile kadınların rahmini açmak için özel yöntem bulmuşlar ve kadın ile ölü bebeğini geleneklere göre yan yana gömerlerdi, böylece bu doğuma ”Sezeryan Ameliyatı” ismi verildi ve bu tıpta kullanılan bir terim oldu.
Müslümanlar Abese Suresi’nin 20. ayetinde anlatılanların Allah’ın bebeğin doğumunu nasıl kolaylaştırdığı ile ilgili olduğunu vurgular fakat bu Ahkaf Suresinin 15. ayetiyle çelişir (”Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu”). Aslında Abese Suresi’nin 19. ayeti insanın bir damla meniden veya spermden yaratıldığından bahseder ve 21. ayet insanın ölümünden ve defnedilerek gömülmesinden bahseder, bu yüzden 20. ayetin doğum sürecine atıfta bulunmaması, bunun yerine insanın bütün hayatının Tanrı tarafından kolaylaştırılmış olmasına atıfta bulunması tamamen mantıklıdır. Bu bağlamda ayet daha mantıklı bir hal alıp Ahkaf Suresinin 15. ayetiyle de çelişmeyeceği gibi çocuk doğurmanın bir kadının hayatında yapabileceği en tehlikeli şeylerden biri olduğu gerçeğine de karşı olmaz (Mozambik’de kadınlar arasında en sık görülen 7. ölüm nedeni çocuk doğurma vakalarıdır ve dünya genelinde her 53 dakikada bir kadın iş yerinde çalışırken ölmektedir). Bu anlamda İncil’deki öğreti, kadınların ağrı çekerek doğum yapması (Yaratılış 3:16), çok daha gerçekçidir.
Ahkaf Suresi 15. ayette, ”ve onun anne karnında taşınması ve sütten kesilmesi 30 aydır” denilirken Lokman Suresi 14. ayette ise ”onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur” denilir.  Bu normal bir hamilelik süresinin 6 ay olduğu anlamına gelir. Günümüzde yeni doğan bebekler için geliştirilmiş yoğun bakım üniterleri sayesinde gebeliğin 24. haftasında erken doğan bebeklerin sadece küçük bir oranı -her ne kadar birçok durumda ağır derecede özürlü olarak olsa da- hayatta kalabiliyor. Muhammed’in verdiği süre sonunda (6 ay) doğan bebekler ise hayatta kalamaz, zira bu çok erken bir yaştır ve Kur’an normal hamilelik süresi için ön gördüğü tarihle çılgınca bir hata yapmıştır.
Ahzab Suresinin 4. ayeti ”Allah, hiçbir adamın içine iki kalp koymamıştır” der. Ancak bugün tıpta kalbin duplikasyon ile çoğaltılması onaylanarak buna izin verilmiş ve her ne kadar isteksizlikle de olsa Geoffrey-Saint-Hilaire ve Littre, Meckel, Colomb, Panum, Behr, Paullini, Rhodius, Winslow ve Zacutus Lusitanus gibi ünlü anatomistlerin de dahil olduğu herkes bunu kabul etmiştir [32].
Kur’an’da başka yerlerde fantastik gelişmiş ve çok anlamlı emirlerin var olduğu iddia edilmiş olsa da aslında bunlar da daha önceden biliniyor ve çok daha eski uygarlıklar tarafından da uygulanıyordu. Bakara Suresinde 222. ayette Alllah Muhammed’e “Aybaşı (adet-regl) bir rahatsızlıktır. Ay hâlinde kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlarla cinsel ilişkide bulunmayın” der. Oysaki bundan 2000 yıl önce Musa, “‘Âdet gördüğü için kirli sayılan bir kadınla cinsel ilişki kurmayacaksın” diye emir almıştır (Tevrat-Tora Kitabı=Levililer 18:19), ancak ama bu emir kesinlikle sağlık nedenlerinden ötürü olmayıp tamamen dinsel ve ritüelsel nitelikli bir emirdir. Bazı Müslümanlar ellerinde bilimsel deliller olmadan adet döneminde kadınla cinsel ilişkiye girmenin, her ne kadar bu döenmde cinsel birleşim bir çift için rahatsız edici olabilse de, erkeklerde kısırlığa yol açacağını veya endometriozis ile fallop tüplerinin hasar görmesine neden olabileceğini iddia etmişlerdir. Ama en önemlisi ay başı bir hastalık olmayıp aksine yararlıdır; gerçekten de endometrium tabakasının dökülmesi rahmin rahim kanserinden korunmasına yardımcı olur. Hormon preparatı Progesteron,  postmenopozal kadınlarda (yani menopoz sonrası dönemine giren kadınlarda) endometrium tabakasının birikerek  onu kanser etmesini engellemek için kadının her ay olması gereken yapay ay başına ikna etmek için hormon replasman tedavisine dahil olmak zorundadır aksi taktirde bu kadında kansere yol açabilir!
Kur’an’da tekrarlanan embriyolojik bilgilerin aynılarını ve ayrıntılı açıklamalarını eski Yunanlarda buluyoruz ama Yunanlıların bu öğretilerinin Muhammed’in zamanındaki Araplarca da bilindiğinden nasıl emin olabiliriz? Kur’an’ın söylediği bir çok şey Galen‘in öğretileri üzerine kurulu olduğundan Galen’in yazdığı eserlerden 26 kitabının halihazırda 6. yüzyıl gibi erken bir zamanda Reş ‘Aina Sergius (Ra el-Ain) tarafından Süryanice’ye tercüme edildiğini bilmek önemli olabilir. Sergius, İskenderiye’de tıp eğitimi görmüş, Mezopotamya’da çalışmış ve M.S 532 yılında İstanbul’da hayata veda etmiş bir Hristiyan Rahipti [33]. Sergius, Başpiskopos Gregoriusal-Rahawyal-TaybutiPatrik  Theodorus and al-Sabakti‘nin de dahil olduğu Yunan tıp Külliyatının eserlerini Süryanice’ye çeviren Nesturi (Süryani) Hristiyanlardan biriydi [34].
Nesturiler, o dönemde ana akım kilisesinden zulüm gördükleri için İran’a kaçtılar ve gittikleri her yere çevirdikleri Yunan doktorların eserlerini de beraberinde götürerek bunları birçok okulda öğretmişlerdir. Nesturilerin öğretim verdikleri okulların en ünlüsü İran’ın güneydoğusunda  bulunan, M.S 555 yılında Pers (İranlı) Kralı Büyük Kisra (Kisra Anuşirvan ya da Nuşirvan olarak da bilinir)  tarafından kurulan Cundişapur‘daki tıp ve filozofi okuluydu ve varlığını M.S 531 ile 579 yılları arasında sürdürmüştür.

İslam tıp bilimi ile Yunan tıp bilimleri arasındaki en önemli bağlantı, İskenderiye yerine geç Sasani dönemindeki tıpta, özellikle Cundişapur okulunda aranmalıdır. İslam’ın yükseliş döneminde Cundişapur en önde geliyordu. O zamanlarda Cundişapur en önemli tıp merkezi olup Yunan, Hint ve İran’ın tıbbi geleneklerini kozmopolit bir atmosferde birleştirerek ve İslam tıbbına  zemin hazırlamıştı. Farklı tıp ekollerinin kombinasyonu, daha sonra İslami tıp alanında elde edilecek sentezin ilk belirtileri olacaktı. [35] 
Arap tıbbı bu sorunun sadece bir tarafı ile başa çıkmak için birçok kaynaktan ödünç almıştır. En çok da Yunanlılara borçludurlar. Cundişapur tıp okulu ağırlıklı olarak Yunan öğretilerine sahipti. Araplar İran’a gelmeden çok önce tıp okulunun kütüphanesi büyük oranda Süryanice çeviriler içermiş olması gerekiyor. İbn Abi Usaybi’ye göre Yunan tıp ve felsefi eserlerini ilk olarak Sergius of Ra’s-al-`Ayn Süryanice’ye çevirdi. Büyük olasıkla o, Büyük Kisra için çalışıyordu ve kesinlikle onun çevirileri Cundişapur’da kullanılmaktaydı. [36]
Müslüman tarihçilere göre,özellikle İbn Abi Usaybia ve al-Qıfti‘ye göre [37]  Cundişapur’un en ünlü mezunu Harith İbn Kalada isimli Muhammed’in yaşıtı olan bir doktordu. İbn Kalada büyük olasılıkla 6. yüzyılın ortalarında Taif Şehri’nde, Banu Thaqif kabilesinde doğdu.  Yemen’e ve daha sonra İran’a seyahat etti ve bu dönemde İran’da Cundişapur’daki büyük tıp okulunda tıp eğitimi aldı, böylece Aristo, Hipokrates ve Galen’in öğretileriyle yakından tanışmış oldu [38].
O, kısmen Kral Kisra ile bir istişare sonucu olarak meşhur oldu [39] . Daha sonra da peygamber Muhammed ile yoldaş oldu ve Muhammed İslam geleneğine göre aslında ondan tıbbi tavsiyeler alıyordu [40]. Hatta o Muhammed ile akrabalık bağı kurmuş da olabilirdi ve onun öğretileri şüphesiz Muhammed’i de etkiledi [41]. Bunun yanında Muhammed tıbbi bilgiler konusunda sahip olduğu tecrübeleri bir süre çölü terkedip tıp öğrenmek için Cundişapur’a gittiğini söyleyen bir Araptan, Haris Bin Kalda’dan da öğrenmiş olabilir. Geri döndüğünde Mekke’ye yerleşen Haris bin Kalda, çöldeki Arapların en önde gelen hekimi oldu. Müslüman olup olmadığı belirsizdir ama bu Muhammed’in hasta arkadaşlarını danışmak için ona yollamasına engel değildi [42].
Çocuk sahibi ve baba olamayan Harith İbn Kalada’nın Muhammed’in kuzeni olan Harith al-Nasar‘ı (Nadr olarak da bilinir) evlat edindiğini ve onun da meslek olarak bir hekim olduğu söylenir [43].  İlginçtir ki Nadr, Kur’an’daki hikayelerin kendisinin içinde büyüdüğü eski Fars masallarından daha da eğlenceli ve eğitici olmadığını söyleyerek Muhammed ile alay etmiştir. Belki de o, Kur’an’daki bazı hikayelerin aslında insan kaynaklı olduğunun farkına mı varmıştı? Bunun sonucu olarak Muhammed onun yeminli düşmanı oldu ve Peygamber sonraki günlerde 624 yılında yapılan Bedir Savaşı’nda onu yakalayarak öldürdü [39].
Şimdi Sergius’un Süryanice çevirileriyle Cundişapur’a nasıl etki ettiğini göstermeye ihtiyacımız olan bağlantılara da sahibiz. 7. yüzyılın ilk yıllarında (daha büyük olasılıkla 6. yüzyılın sonlarında), Harith Bin Kalada Cundişapur’da tıp eğitimi gördü ve Muhammed tıp bilgilerinin bir kısmını Harit’den edindi. Bu nedenle, hem bu olayla hem de diğeriyle, biz kolayca Yunan tıbının izlerini gözlemleyebiliyoruz [44]. Sergius, aşağı yukarı Büyük Kisra’nın saltanatı başladığında öldü ve bu dönem içinde Kisra tarafından özel olarak Galen’in eserlerini Yunanca’dan Süryanice’ye çevirmek için bile görevlendirilmiş olabilir. Kisra, saltanatının ortalarında, yarısına doğru Galen’in el yazmalarının elbette korunuyor olduğu Cundişapur’u  kurdu. Kisra’nın saltanatının sonlarına doğru, sonra Muhammed ile ilişkiye giren Harith İbn Kalada, Kisra’nın huzuruna kabul edildi.
Bunun yanında biz, Müslüman inanışına göre  insan gelişiminden bahseden Kur’an ayetlerinden en az birinin insan dudağından geldiğini de biliyoruz:  Muhammed, Mu’minûn Suresi’nin 14. ayetini Abdullah Ibn Abi Sarh’a yazdırırken Abdullah Ibn Abi Sarh, Muhammed’in insanın yaratılışı hakkındaki bütün söylediklerinden güzelce büyülenir ve o anda Muhammed  tam ”bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık” sözünü vahiy alırken arkadaşı (Abdullah Ibn Abi Sarh) ”Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir” diye bağırır ve Muhammed vahiy devam etmesine rağmen bu sözü de, ne Allah’ın ne de Muhammed’in kendi sözü olmamasına rağmen kabul ederek Ibn Abi Sarh’ın o sözünü de Kur’an’a yazdırır [45].
Gerçekten şu soru bir cevap arıyor: Kur’an’ın en az bir ayetinin insan sözü olduğunu biliyoruz, peki Kur’an’ın başka ayetlerinde de peygamberin dışındaki başka insanların sözlerinin olmadığından nasıl emin olabiliriz?
İskenderiye’nin M.S 642 yılında çöküşünden sonra Yunan tıp bilgileri bütün Arap dünyası boyunca daha hızlı birşekilde yayıldı. 9. yüzyılda Hunain İbn Ishak (M.S 809-873) belki de kesin olarak Hipokrates ve Galen’in öğretilerini Arapça’ya çevirdi [46], [47], [48] veal-Kindi özellikle Hipokrates’in de dahil olduğu bilginler üzerine 20 bilimsel eser yazdı.
Gerçekten de, Arap tıp literatürünün yazarları kaynaklarının büyük oranda Hint ve Yunan tıp gelenekleri olduğunu kabul ediyorlar. Örnek olarak 850′li yıllarda Hristiyanlıktan İslam’a giren Ali at-Tabari‘nin Mezopotamya’nın Samarra kentinde yazdığı en erken Arap tıp özeti olan ‘‘Bilgeliğin Cenneti” [49], [50] isimli eserini verebiliriz. O kitabında, tezini yazarken Hipokrates ve Aristo tarafından belirlenen kuralları izlediğini söyler. Bilgeliğin Cenneti toplam 360 bölüm ve 40 tez içerir, 325. bölümün başlangıcının ismi ise ”Hindi Kitapların Özetlerinden” adını taşır. Bölüm 330, Sushruta‘dan (Eski Hint Cerrahı) ”Embriyo ve Uzuvlarının Oluşumu”, Embriyo’nun sperm ile adet (regl) kanlarının karışması sonucu oluştuğunu söyler (aynı Aristo gibi!) ve ve embriyonun çeşitli bileşenlerini açıklar. Tıp tarihçisi Arthur Meyer, Arap embriyoloji geleneğinin tümünü özetlerken at-Tabari’nin büyük ölçüde Yunan geleneklerine bağımlı olduğunu, bu konuda Araplardan çok az bilgi edinilebildiğini ima eder. Ayrıca Aristotales ve Galen öğretilerinin bin yılı aşkın bir süre, hiçbir bilinen Arap meslektaşı olmadan yan yana hayatta kalmış olması nedeniyle herhangi bir Arap tıbçısının olduğu şüphelidir [51].
Ortaçağ filozofu Ibn Qayyim al-Jawziyya‘nın yazılarından olağanüstü bir pasaj sonraki Arap yazarlarının Yunan doktorlara ne denli bağlı kaldıklarını gösterir; sürekli bir müzakerede [52] Hiopkrates’in eserlerinin ve sözlerinin Kur’an ve Hadisleri açıkladığını söylenirken başka seferde Kur’an ve hadisler Hipokrates’i açıklamak için kullanır. Örnek olarak:
… Hipokrates,  ’bazı membranlar (zar) başlangıçta oluşur, diğerleri ikinci aydan sonra ve diğerleri üçüncü ayda oluşur‘ der. Bu Allah’ın neden ”sizi de annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratışın ardından diğerine çevirerek yaratıyor” dediğinin açıklamasıdır. Bu membranların her biri kendi karanlığına sahip olduğu için, Allah yaratılış aşamalarını ve bir evreden diğerine dönüşümünden bahsettiğinde, aynı zamanda zarların karanlıklarından da bahsetmiş oluyor. Çoğu tefsirciler ise bu üç karanlığı; ‘karın karanlığı, rahim karanlığı ve plasenta karanlığı‘ diye açıklar …  Hipokrates ”kulaklar ve gözler berrak sıvı ile dolduklarında açılır (oluşur)” der. Peygamber de ”ben yüzümü yapıp şekil verene ve bana görme yeteneği ile duyma yeteneği verene taparım” der. vs.vs.[53]
Bu paragraftaki italik yazı Hipokrates’in öğretileri, altı çizili italik yazılar Kur’an ayeti ve Hadis ve ince italik yazı ise çoğu İslam yorumcusunun görüşüdür. Elbette Muhammed’in zamanında aydınlar da Yunan ve Hint tıbbına aşikardı.
Bilinen diğer embriyologlar da Galen’in çalışmalarına yeni hiçbirşey eklemediler, örnek olarak Canon Medicinae (İbni Sina’nın Galen’in öğretilerini derlediği ansiklopedisi) isimli eseri yazan Abu Ali al-Hasan Ibn ‘Abdallah Ibn Sinaİskenderiyeli Clement de bu konuda tanıdık bilgilere sahipti ve embriyonun erkeğin spermi ile kadının adet (regl) kanlarının birleşiminden oluştuğunu düşünüyordu. Nicomedia’lı Lactantius ise  M.S 325′de açtığı yumurtaların değişik gelişim evrelerini incelemiştir.
Prof. Moore bile Kur’an’daki bilimsel gerçekler konusunda yeterince tatmin olmamış görünüyor, son derece saygın bir anatomi profesörü olduğu için ününü riske atmaktan korkuyor. Kitabının İslami basımı mevcut değil, ne British Kütüphanesi’nde ne de Amerika Kongre Kütüphanesi’nde, hele kaldı ki diğer Batı ülkelerinin tıp kütüphanelerinde [54]. Muhtemelen Moore, sadece İslami öğretilerin bilinen bilimle çeliştiğinin değil, bilimin kitabının standart versiyonunda yazdıklarıyla da çeliştiğinin farkında olmalı. Ve ironik bir şekilde kitabının ilk bölümü olan “Embriyoloji Tarihi“nin kaynakçası olarak hem Standart hem de İslami Versiyonlarının her ikisinde de, Needham‘ın embriyoloji tarihi hakkındaki önemli eserini gösterir [55]. Ancak Needham Arapların embriyolojiye dair iddialarından hiç etkilenmemiştir ve hemen hemen 60 sayfa eski Yunan, Hint ve Mısır embriyolojisi hakkında yazmıştır. O bir sayfadan daha az bir yazıda bütün Arap tıp geleneğini reddeder, sonuç olarak ”Arap bilimi haklı olarak optik ve astronomi gibi başarılı olduğu belli alanlarda ünlüdür, ancak embriyolojiye katkıları büyük değildi” der. Embriyoloji hakkında Kuran’da bazı ayetleri listeledikten sonra, sadece “Aristoteles ve Ayerveda’nın yedinci yüzyıldaki yankıları” [56] diyerek onları reddeder, başka bir deyişle Yunan ve eski Hint öğretilerinin bir karışımı olarak bahseder. ”İnsanın Gelişimi” isimli kitabının en son basımında (1998) Moore da okuyucularını Basim Musallam‘ın Kur’an’ın emriyoloji bilimiyle Galen’in öğretilerinin ne kadar benzer olduğuna dikkat çektiği başka bir denemesini içerdiği bir kitaba yönlendirir ve bu ilişkinin ne derece yakın bir ilişki olduğu da eski İslam bilginleri tarafından hiçbir zaman sorgulanmamıştır [57].
Sonuç olarak Kuran’da Modern embriyoloji ile ilgili hiçbir açıklama yer almamaktadır, Kuran, direk olarak kendisinden birçok yüzyıl önce eski Yunan ve Hint doktorlarının gözlemlerle ortaya attıkları yanlış teorileri içermektedir. Bırakın bilimsel olmayı Kuran aksine bilimle çelişmektedir. Eski hekim ve doktorların eserleri Muhammed’den sadece bir önceki yüzyılda Süryanice’ye çevrilmiştir, bu nedenle de Yunanca bilmeyenler de bu eserleri okuyup anlayabilmiştir. Biz Sahabelerden Yunan çevirilerinin korunup öğretildiği, aynı tıp okulunda eğitilmiş doktorlar olduğunu biliyoruz. Ve hatta Kur’an’ın embriyoloji hakkındaki en az bir ayetinin, Mu’minun Suresi 14. ayetin, Muhammed’in sözünden başka birilerinin yani onun arkadaşlarının sözleri olduğunu da biliyoruz. Zorunlu olarak Kur’an’ın iddia edilen ilahi kimliğinin kanıttan uzak olduğu, embriyolojik açıklamaların aslında Tanrı değil de insan kaynaklı olduğu sonucuna varıyoruz.