Peygamberlik-Şairlik-Kahinlik


Oldukça ortak yanları vardır bunların. Tarihte, birçok dönemlerde de iç içe oldukları görülür.


Peygamberlik "Sami" toplumlarda "kurumlaşmış" görülür. Özellikle de "İbrani" (Yahudi) toplumda...


Herve Rousseau, Dinler adıyla Türkçeye çevrilen kitabında şunları yazar:
"Peygamber, esasında Sami kavimlere ait bir kişidir. O, vahye mazhar olmuş ve Allah'ın sözcüsüdür. Peygamber (prophete) kelimesi, başkasının sözlerinin aktarıcısı manasına gelir. Evvelce, kâhinlerle peygamberler birbirlerine zıt sayılmışsa da, şimdi kabul edildiğine göre, İsrail'de peygamber, aslında ruhbanlıktan çıkmıştır. İlk Yahudi peygamberleri, ibadet yerlerinde çalışan zümrelere mensup gibi görünmektedir. İlk peygamberler, heyecanlı ortak ayinlerdeki kâhinler arasından çıkmışlardır. Bunların gelişmesiyle Peygamber, olayların ötesinde gizlenmiş bulunan ilahi mukadderatı keşfeden, kavimleri daha iyi bir hale getirmek vazifesini yüklenen kimseler haline gelmişlerdir..."
Anlamı ve işlevi birtakım değişikliklere uğrasa da "kâhinlik", Araplarda da peygamberliğin hazırlayıcıları arasında olmuştur.


İbn Haldun, Mukaddime' sinde kâhinliği, "peygamberliğin eksik türü" olarak niteler.Şunları da yazar İbn Haldun:
"Kâhinler, Peygamber döneminde de var olduklarında, Peygamber'in doğruluğunu daha iyi anlarlar, mucizelerini daha iyi değerlendirirler. Çünkü onlarda, peygamberlik işinden bir parça olan 'bulma yeteneği' (vücdan) vardır. Her insanda, uykudayken bazı şeylere erme yetisinin oluşması gibi. Başka dünyalarla bağlantı kurma işi, kâhinde uykuda olur.
"Kâhinleri, Peygamber'i onaylama tutumundan hiçbir şey ayıramaz ve Peygamber'i yalanlamaya hiçbir şey sürükleyemez. Yalnız, kâhinliklerinin tastamam peygamberlik olarak kabul edilmesi yolundaki güçlü tutkuları sürükleyebilir ona. Nasıl ki, Ebu Salt oğlu Ümeyye de aynı tutkuya kapılarak aynı türden bir direnme içine girmişti. Çünkü peygamberliğe yeltenmişti..."
Burada sözü edilen Ebu Salt oğlu Ümeyye (Ümeyyetü'bnü Ebi's-Salt) (ö. 630?), Peygamber döneminde de kendisinden önemli olarak söz ettirmiş, "kâhinliği" ve dinbilir kişiliği yanında, son derece önemli İslam öncesi ozan ve söylevcilerindendir.Bu kişi, "Tektanrıcı" özelliği ve "şairliği"yle de "peygamberliğe" yakın görüyordu kendini. Yalnızca şairliği bile elvermekteydi buna. Çünkü "kâhinlik" gibi "şairlik" de "peygamberlik" basamağına çok yaklaştırıcı bir öğe sayılırdı.


Peygamberliğin, kâhinliğin ve şairliğin ortak yanlarından en önemlisi; her üçünde de "yüce"lerden "esin" (vahiy-ilham) getiren ve kişileştirilmiş bir görünmez güce rol verilmiş olmasıdır: "Vahiy meleği"-"ilham meleği" ya da özel "ilham cini".


Arap Dünyasında Peygamberlik-Kâhinlik-Şairlik ve Esin Aracı: "Melek-Cin"

Muharnmed Döneminde


İbn Haldun, peygamberlik savında bulunan "kâhin"lerden söz ederken "İbn Sayyad"a da değinir. 


Muhammed'in, bu kâhinle ilginç bir karşılaşmasına... "Hadis" kitaplarında da yer aldığına göre, Muhammed'in İbn Sayyad'la "karşılaşması" şöyle olmuştur:
"Muhammcd: Söyle bakalım, benim peygamberliğimi kabul ediyor musun?  
İbn Sayyad: Kabul ediyorum, sen okur yazar olmayanların peygamberisin."


Olayın kimi yerdeki anlatılışında da, İbn Sayyad’ın, Peygamber'in sorusuna: 'Hayır!' diye karşılık verdiği yazılıdır.
"İbn Sayyad: Peki, sen de benim peygamber olduğumu kabul ediyor musun?  
Muharnmed: Ben, Tanrı'ya ve Peygamberi'ne inanırım. Gördüğünü (meleğini- cinini) nasıl görüyorsun? 
İbn Sayyad: Kimi zaman doğru sözlü, kimi zamansa yalancı olan varlık(melek-cin) bana bilgi iletiyor. 
Muharnmed: Öyleyse karışık bir duruma sürüklenmişsin sen. İşin karışık. İçimde senin için bir şey sakladım, bil bakalım nedir?  
İbn Sayyad: 'Duh!..', 'duh...'tur senin içinde sakladığın.  
Muharnmed: Haydi oradan!.."
İleri sürüldüğüne göre, Muhammed'in içinde tuttuğu sözcük, "duhan" sözcüğüydü ve İbn Sayyad bu sözcüğün yalnızca yarısını söyleyebilmişti. "Duh..." değil de "duhan" diyebilseydi, Muharnmed, "Haydi oradan!" diyerek terslemeyecekti onu.


Burada en ilginç olan da, söz konusu "kâhin"in "bilgi iletici"si olan "görünmez" varlıktı. "Melek" ya da "cin" olduğuna inanılan "varlık"!


İnsanlık aldatıcılarının, "[...]"* varmış gibi; "sahte-yalancı peygamberler" diye niteledikleri kâhin-peygamber kılıklıların hepsinde vardı bu uydurma varlık.


Örneğin Muhammed döneminde Esvedü'l-Ansi de peygamberlik savında bulunmuş, şiir-şairane sözler söyleyen bir "kâhin"di ve onun da, kendisine "vahiy getiren" bir meleği, ya da bir cini, şeytanı vardı. Muhammed'inkine benzer "vahiy" numaralarına girişirdi Esved. "Mucize" numaraları da gösterirdi. Bu numaralarının da yardımıyla korkunç bir tehlike oluşturmuştu Muhammed'in "İslam"ı için. Küçümsenemeyecek ölçüde de yerler, topraklar elde etmişti. Eğer Muhammed'in öğüdüyle kimilerince "hile" yoluna da başvurularak ortadan kaldırılmasaydı ("suikast" yapılmasaydı) Muhammed'in "Müslümanlar"ına karşılık, onun da inanırları sürüp gelecekti.


Talha ya da Tuleyha İbn Huveylid de bir başka örnek. O da "kâhin"di; o da etkili, uyaklı konuşmayı bilirdi. Onun da Muhammed'inkine benzer numaraları, bu numaralara inanan yandaşları, inanırları ve "vahiy" getiren bir meleği ya da cini vardı. Meleğinin adı da Zu'n-Nûn'du. Bu meleğin ona getirdiği "ayet"ler arasında şu ayetin de yer aldığı aktarılagelir:
Güvercîne ve oruç kuşuna (aç doğana) ant olsun ki, sizden nice yıllar önce, mülkümüzün (egemenliğimizin) Irak'a ve Şam'a dek varacağına ilişkin güvence verildi."
Ne var ki, onun, yani Tulayha'nın bu düşü gerçekleştirilemedi. Bir kez geç kalmıştı Tulayha. Daha önce ortaya atılmalıydı. Belki de daha önce söz konusu olmayacak engeller belirmişti. Örneğin oldukça güçlenmiş bir Müslümanlar topluluğu oluşmuştu. Bu topluluğa karşı yeterli ölçüde yandaş toparlaması kolay olmuyordu. Öteki kâhin peygamberler için de bu sorun vardı. Ayrıca, giriştiği önemli savaşta, üzerine yürüyen Müslüman savaşçıların başında Halid İbn Velid vardı komutan olarak. Bu acımasız komutan, herkesin gözünü korkutmuştu. Karşısına çıkanları, düşmanları "ateşte diri diri yakacak kadar" zalimdi. Buna karşılık, Tulayha'nın askerlerinin başında bulunan komutan Uyeyne'yse her zaman ihanete hazır bir kişiydi. İhanet etmişti de o çetin savaşta. Yedi yüz süvarisiyle birlikte çekilip gitmişti. Yani Tulayha'yı yalnız bırakmıştı.Bütün bunlar olmasaydı o da güçlenecekti belki.


Bir başka örnek de Müsgidime’dir.Benî Hanife kabilesinin başkanı, kâhin ve şair bir kişiydi Müseylime. Peygamberlik savında bulunurken Muhammed'le anlaşma yoluna bile gitmişti.Bir süre için bile olsa "anlaşma" sağlanmış mıydı? Burası kesin olarak belli değil.Müseylime'nin Muhammed'e şöyle bir mektup yazıp gönderdiği aktarılagelmekte:
"Tanrı elçisi Müseylime'den Tanrı elçisi Muhammed'e mektuptur. Sana esenlikler dilerim. Ben peygamberlikte sana ortak edildim. Yeryüzünün yarısı bize, yarısı Kureyş'e aittir. Fakat Kureyşliler, insaf ve adaletle hareket etmezler.
"Yalancı" diye nitelenir Müslümanlarca. Peygamberlik savında olanlardan "[...]" olmayan varmış gibi. Ve "size Tanrı'dan buyruk getiriyorum!" diyen, "vahiy, mucize numaraları"na giren, Tanrı adına konuşan Muhammed, bu tutumuyla [...]* gibi. İleri sürüldüğüne göre, Müseylime, Muhammed'den önce Peygamber olarak ortaya atılmıştı ve Muhammed, "Müslim", "Hanif" gibi sözcükleri Müseylime'den almıştı.Müseylime de, Muhammed gibi vâhiy aldığını, Tanrı'dan "ayet"ler getirdiğini ileri '"sürerdi. Belki de Muhammed, birçok şeyi -kimileri tersini ileri sürmüş olsa bile- ondan öğrenmişti. En'âm Suresi'nin 93. ayetinde şöyle denir:
"Tanrı'yla ilgili yalan-iftira uyduran ya da hiçbir şey vahyedilmemişken 'bana vahyedildi' diyenden daha zalim (haksız) kim olabilir?"
Bu Kuran ayetinin, Müseylime hakkında olduğu ileri sürülür. Müseylime, "gerçekte Tanrı'dan hiçbir vahiy almadığı halde, 'bana vahiy geliyor!' diyerek" Tanrı'ya karşı "yalan uydurmuş". Sanki Muhammed aynı biçimde "[...]"! 


Müseylime de Muhammed gibi çeşitli numaralarıyla epeyce yandaş toplamıştı çevresinde.Birçokları da Muhammed'in dininden dönüp onun inanırları arasına  katılmışlardı.Ama çeşitli nedenler ve terslikler yüzünden Muhammed kadar başarılı olamamıştı.


Muhammed'den Önce


Arap Dünyasında Kâhinlikle Karışık Peygamberlikler


Bahriye Üçok, "Bazı orientalistler, Yemame Rahmanı adı verilen Müseylime'nin Hz. Muhammed'den çok önce peygamberlik iddiasında bulunduğunu, birtakım yanlış yollardan yürüyerek ve yanlış tefsirlerde bulunarak iddia etmişlerdir" der.Üçok, Muhammed'in gerçekten Peygamber, Müseylime'ninse "sahte peygamber" olduğunu "ispat eylemek" için garip çabalara girişiyor ve Müseylime'nin Muhammed'den önce peygamberlik savında bulunduğunu ileri sürenlere şaşılası bir tepki gösteriyor.


"Bunlar, Müseylime'nin Hz. Muhammed'den çok önce peygamberlik etmekte olduğunu, Kur'an'ın ilk ayetlerinin Müseylime'nin ayetlerinden alınan tefsirle bildirilmiş olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hatta bunlar arasında Margoliouth, Müslim ve Hanif kelimelerinin ilkönce Müseylime tarafından kullanıldığını, bunların, monotheist anlamına geldiğini, Muhammed'in bu terimleri aynen kabul etmiş bulunduğunu öne sürerek, Taberî ve diğer kaynakların vermiş olduğu malzemeleri bir yığın hayal mahsulü rivayetler olarak tavsif etmekten çekinmemiştir" diyor Üçok.


Sanki böyle nitelemekten "çekinme"yi gerektirecek bir "zorunluk" varmış gibi. "Margoliouth'e göre Müseylime, Hazreti Muhammed'den en az yirmi yıl önce peygamberlik iddialarına başlamıştır. Bunu da, İbn İshak'ın başka râvîler tarafından bir kere daha teyit edilmeyen tek cümlesine dayanarak ileri sürmektedir. O cümle ise, Hirschfeld ve Frants Buhl'ün işaret ettikleri; 'Biz şuna kâni olduk ki, bunları sana, Yemame'den Rahman denilen bir adam öğretiyor; fakat biz Rahman'a hiçbir zaman inanmayız' cümlesidir. Bu cümleyi bir Kureyşli, Hz. Muhammed henüz Mekke'de iken kendisine söylemiş. (...) Sonradan birkaç kitapta daha tekrar edilmekle beraber İbn Hişam'daki bu garip cümle, hiçbir suretle teyit edilmemiştir. Belki de Musevi veya Hıristiyan râvîler tarafından İbn İshak'a ilham edilmiş, o da bunu mevsuk sanarak kitabına almıştır" diye sürdürüyor ilahiyatçı hanım yazarımız."Musevi veya Hıristiyan râvîler", İbn İshak'a nasıl "ilham etmiş"ler acaba? İbn İshak, onların "ilham"larını nasıl "mevsuk" (güvenilir) kabul etmiş? Onları, inandığı Tanrı yerine koyarak mı? Bahriye Üçok, Müseylime'nin, Muhammed'den önce peygamberlik savında bulunmadığına "delil" olsun diye şu soruları soruyor:
"Eğer Müseylime Hz. Muhammed'den önce peygamberlik iddiasına başlamış olsaydı, Tektanrılı bir dini arayan ve onu kabule hazır bir duruma gelmiş bulunan Araplar tarafından İslamiyet'in değil, Müseylime'nin kurmak istediği dinin kabul edilmesi gerekmez miydi? İslarniyetin doğması ve Hz. Muhammed'in hayati çok geçmeden komşu devletler tarafından öğrenilmiş, bilhassa Bizans kaynaklarında oldukça geniş bir yer işgal etmiş olmasına rağmen, bu yabancı kaynaklarda Müseylime hakkında en küçük bir kayda bile tesadüf edilmeyişi, dikkat nazarına alınmak gerekmez mi?"
Oysa iki şeyi birbirine karıştırmamak gerekir: Müseylime ile Muhammed'den hangisinin daha önce peygamberlik savında bulunmaları başka şeydir, bunların hangisinin daha "etkin" oldukları başka şeydir. "Etkinlik"se birtakım nedenlere dayalıdır.


Bahriye Uçok şunları da yazmakta:
"Gene Margoliouth, Müseylime'nin Hz. Muhammed'i taklit etmediğini, bilakis Hz. Muhammed'in Müseylime'yi taklit ettiğini de söylemektedir... " 
"Orientalistler, bilhassa Wellhausen, Müseylime'nin Hz. Muhammed'i örnek tutmadığını ileri sürmektedirler. Wellhausen'a göre Müseylime, Secah ve diğer peygamberlik iddiasında bulunanların tarih sahnesine çıkmalarındaki sebep, Mekke ve Medine'de İslamiyet’i meydana getiren sebeple aynıdır "


Gerçekten de öyledir. Ne var ki, ilahiyatçı yazarımız bu görüşe, hiç de yerinde olmayacak biçimde karşı çıkıyor ve şöyle diyor:
"Halbuki Müseylime, İslam dinindeki prensiplerin hemen hemen aynını, belki biraz da Yemame'nin yabancı bulunmadığı Hıristiyanlıktan aldığı ilhamlarla zenginleştirerek, kendi kurmak istediği dinin içine almıştır. Günde üç defa namaz kılmak, oruç tutmak, şarap içmemek gibi kaideler bunu göstermektedir. Ayrıca müezzinler vasıtasıyla namaza davet usulü de herhalde İslamiyetten örnek alınarak kabul edilmiş bir sistemdir."
Yazarımız, "namaz", "oruç" gibi ibadetlerin ve "ezan" biçiminde ibadete çağrının, İslam’dan çok önce, başka "din" ve inançlarda da var olduğunu bilebilseydi, sanırım böyle yazmazdı. "Oruç", Yahudilerde ve Hıristiyanlarda da vardı. "Namaz"sa kadim Hıristiyanlıkta,Süryaniler'de bilinen bir ibadetti. Bunlardan da önce "oruç" ve "namaz", "Sabiîler"in ibadetleri arasında yer almış bulunuyordu. Yeri geldiğinde bunların üzerinde daha çok durulacaktır. Yalnız burada, İsmail Cerrahoğlu'nun "Kur'an-ı Kerim ve Sabiler" başlıklı yazısından Sabiîlerin "namaz"larına ilişkin bir paragrafı aynen aktarmakta yarar buluyorum:
Sabilerder taharetsiz namaz caiz olmaz. Mesela cünüb iken namaz kılınamaz. Temizlenmek için akar suya dalmak şarttır. Bevl (sidik, sidikleme), gâit (büyük abdest), rîh (yellenme), hayızlı (âdet gören) veya nifaslıya (lohusaya) dokunmak, ecnebiye (yabancıya) temas, burundan gelen kan abdesti bozar. Her namaz için abdest almak vaciptir. Namazları; kıyam, rüku ve secdesiz olarak toprak üzerinde oturmaktan ibarettir. Namaz vakitleri, sabah, öğle ve güneş batmadan önce olmak üzere üç vakittir. Namazları, Mandeen zikirlerden ibaret olan ezanla başlar. Namaz kılan kimse, Cedi burcuna yönelir. Onlara göre namaz, Âdem Peygamber'e yedi vakit farz kılınmıştır. Âdem şeriatı, Yahya Peygamber zamanına kadar devam etmiştir. Yahya Peygamber, bu yedi vakti neshederek, namaz vakitlerini üç vakte indirmiştir."
Demek ki, Sabilerde "ezan" bile vardı. Namazlarda "rüku" ve "secde"yse hiç yok değildi İslam’dan önce. "Süryaniler'de ve çok daha önceki inançlarda bile vardı. Örneğin, yeri gelince çok geniş yer vereceğimiz bir raporda da belirtildiği gibi, "Güneş kültü"nün benimsendiği çok eski ve ilkel topluluklarda bile vardı "rüku" ve "secde". Söz konusu rapor, 12 Birinci Kanun 1937 tarihini taşıyor ve Atatürk'e gönderilmiştir. Kaleme alan da Meksiko Maslahatgüzarı Tahsin Bey'dir. Bu raporun başında şöyle denmektedir:
"Orta Asya'daki ecdadımız gibi Güneş Kültüne sâlik olan Meksika yerlilerinin Güneşe tazim ayinlerini ne suretle yapmakta olduklarına ve ezan, abdest ve secde gibi Müslümanlığa ait oldukları zannolunan hususatın Müslümanlığa güneş dininden girdiğine ve İslam dininde vazıh bir manası olmayan secdenin Güneş Kültünde çok derin bir manası olduğuna ve saireye dair mühim malumat ve izahatı havi rapor."
İslam Tarihinde ilk Sahte Peygamberler adlı kitapçığın yazarı Bahriye Üçok Hanımefendi bunları bilebilseydi, Müseylime'nin "oruç, namaz, ezan" gibi dinsel gelenekleri, İslamiyetten aldığını yazmazdı elbette. Her neyse...


Gerçekten de "Müseylime ve benzerlerinin tarih sahnesine çıkmalarına yol açan nedenle, Muhammed'in Mekke ve Medine'de Peygamberlik [...] takınarak ortaya atılmasına yol açan neden, aşağı yukarı aynıdır".


Muhammed'den önce kimi toplumlarda, "peygamberlik"ler vardı. Ya Araplarda? Müseylime'nin peygamberliğini bir yana bırakırsak, kesin bir şey söylemeye "belge"ler yeterli değil. Ancak şu söylenebilir: "Şairlik"le karışık "kâhinliğe benzer peygamberlik", ya da "peygamberliğe benzer kâhinlik" vardı Arap dünyasında da. Kimi "Hanif" denen "Tektanrıcı" dinciler vardı ki, "şairlik" ve "tanrısal öğüt verici" sözler yanında "kâhinliğe benzer peygamberlik" işlevi üstlenmişlerdi. İşte bir örnek: Ümeyye İbn Ebi's-Salt.


Bu kişiyi Müslümanlar çok iyi tanır. Çünkü İslam’da çok sözü edilir bu kişinin. Muhammed'in peygamberliğini destekler nitelikte kanıt oluştursun diye yaşamına ve tutumuna ilişkin birçok yalanlar uydurulmuştur. Ancak yine de onun olduğu söylenen düşünceler, şiirler ve onunla ilgili anlatılanlar oldukça ilgi çekicidir. Onun için burada özet olarak sunmakta yarar var:


Ebu'l-Fereci'l-İsbihanî'nin (El İsfihani'nin) Kitabu'lÂgani'sinde şöyle denir:
"Ebu Ubeyde anlatır: Kentlerin en şair kişileri, Medineliler, sonra Abdul Kays ve sonra Sakiflilerdir. Sakiflilerin en şair kişisiyse Umeyye  İbn Ebi’Salt'tır. Bunun böyle olduğu konusunda Araplar birleşmiştir. (...) Osman oğlu Mıs'ab'dan aktarılır: Ümeyye İbn Ebi's-Salt, mukaddes kitabı açıp okuyabilirdi. Okurdu da. Dindarlığından ötürü, çuval bezi, ya da kaba kıldan yapılma bir giysi (mesuh) giyerdi. İbrahim'i ve İsmail'i dilinden düşürmeyenlerdendi. Hanifliği de. İçkiyi yasaklamıştı. Putlara saygı konusunda kuşkusu vardı. (Putlara inanmıyordu.) Gerçeği arayan kişiydi. (Gerçek) dini aramaya koyuldu. Peygamberlikte de gözü vardı. (Peygamber olmak isterdi.) Çünkü kutsal kitapta Araplardan da bir peygamber geleceğini okumuştu. İstiyordu ki, o gelecek peygamber kendisi olsun. Peygamber (Muhammed) Tanrı'dan elçi olarak gönderildiğinde kendisine: 'İşte senin beklediğin ve hakkında konuştuğun (sözünü edip durduğun) peygamber!' denmişti. Peygamberi kıskanmıştı o. Tanrı'nın düşmanı. 'Ben peygamber olayım isterdim' diye konuştu. Sonra Tanrı şu ayeti indirdi onun hakkında: 'Muhammed! O kimsenin olayını onlara anlat ki, ayetlerimizi vermiştik ona. Ama o, o ayetlerden sıyrılıp ayrılmıştı. Ardından şeytana uymuştu. Ve azgınlardan olmuştu...'"
Bu ayet, Kur'an'da, A'râf Suresi'nin 175. ayetidir.


Eğer bu ayette anlatılmak istenen, Kur'an yorumlarında da ileri sürüldüğü gibi, Ümeyye İbn Ebi's-Salt'sa, çok ilginç bir durum çıkıyor ortaya: Buna göre, Ümmeyye'ye "peygamberlik" verilmiş önce. Sonra, peygamberliği elinden alınmış!


Bu sonuç çıkıyor çünkü: Bu ayete göre, ona "ayetler verilmiş, ama o, kendisine verilen ayetlerden sıyrılıp ayrılmış". Söz konusu "ayetler" ya Tanrı'nın "vahiyleridir, ya da "mucize"lerdir. Her ikisi de, yalnızca "peygamber"e verileceği için, sözü edilen kişinin, "peygamber" olması gerekir.


A'râf Suresi'nin 175. ayetinde anlatılmak istenen kim olursa olsun; Kur'an anlatımında büyük bir "öfke" göze çarpıyor ve bu ayeti izleyen ayette de aynı kimse hakkında "hakaret amaçlı" bir benzetme yer aldığı görülüyor:
"Dileseydik, ayetlerimizle üstün kılar, yüceltirdik onu. Ama o, yerinde çakılmış gibi kaldı. Ve hevesine kapıldı. Onun durumu, bir köpeğin durumuna benzer. Üzerine varsan da, bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna.İşte ayetlerimizi yalanlayan kimselerin durumu böyledir. Bu öyküyü sen anlat onlara. Ola ki, düşünürler."
Anlatılmak istenen Ümeyye'yse, Muhammed çok kızmış anlaşılan. Ona açıkça sövgü yönelterek kendini doyurmaya çalışıyor. "Rakîb"ini "köpeğe benzetmesi" öyle açıklanabilir ancak. Yani Muhammed, öfkesini ve sövgüsünü Tanrısına yaslayarak "rakîb"ini aşağılıyor. Ve bu arada, bilmeden, Tanrısını gülünçleştiriyor. Çünkü önce "ayetler" verdiği bir kimseyi, sonradan "şeytan"a kaptıran ve ardından "köpeğe benzeterek" sövüp sayan bir Tanrı, çok gülünç bir Tanrı'dır.


Kitabu'l-Agani Ümeyye tbn Ebi's-Salt'ın da Muhammed gibi bir "kalp ameliyatı" geçirdiğini anlatan "rivayet'e yer veriyor. Buna göre, Ümeyye'nin kalbini de "melek" yanp çıkarmış. Hatta bu "ameliyat"ı, "kuş" biçimine giren "iki melek" yapmış. "Kuş"lar, çıkardıkları "kalb"e "bir şeyler" koymak istemişler. Ne var ki, o kalb, "reddetmiş" konulmak istenen şeyi!


Burada da amaçlanan, "rakîb"i aşağılamaktır.


Bununla birlikte "rakîb"inden de çok, Muhammed'in kendisi [...] ona karşı olan tutumuyla. Çünkü "Rakîb"i, Ümeyye, bir bakıma kendisinin "hoca"sı sayılır. Kendisinin Tanrı, evren ve daha başka konularla ilgili düşüncesinin hemen aynını, kendisinden çok önce, Ümeyye işlemiştir. Şiirleriyle ve söylevleriyle işlemiştir Ümeyye.


Ümeyye İbn Ebi's-Salt'a göre:
"Yalnızca bir Tanrı vardır. Bu Tanrı, var olan her şeyi yönetir. O, bir nur perdesi içinde, Arş’ındadır. İnsan gözü, bu nur perdesini aşamadığı için Tanrı'yı göremez. Bu perde, mukaddes gök melekleriyle kuşatılmıştır. Bunlar, 'saf saf dizilmiş'tir. Kimi Arş'ı taşıyor, kimi sessizce Tanrı'nın vahyini dinliyor. Bunlar arasında Cibril (Cebrail), Mikail ve diğer bazıları, en yüksek yeri almışlardır. Dünyada hiçbir şey kalıcı değildir. Her yaşayan, er geç ölür, çürür. Tek kalıcı, kutsallık ve 'celal sahibi' olan Tanrı'dır. Hiçbir zaman yok olmayan O'dur yalnızca."
Ümeyye'nin bir şiirinde şöyle denir:
"Tanrı'dır O. Varlıkların yaratıcısıdır. Tüm yaratıklar, birer cariye ve köle niteliğinde O'nun buyruğuna, isteyerek boyun eğmede."
Şu şiirlerin de Ümeyye'nin olduğu söylenir:
"Bütün insanlar, Tanrı'nın halkıdır. Yeryüzünde (evrende) tek hükümran, O'dur."
"Ve O Tanrı ki, yaratıklardan hiç kimse, mülkünde O'nunla çekişemez, bir hak ileri süremez. Yaratıklar O'nu birlemese de O Birdir."
Ümeyye'nin bu evren ve Tanrı anlayışı, Kur'aıı'da da yer almakta. Öyleyken aynı Tanrı, kendisini böylesine öven Ümeyye'nin, Kur'an'da -Muhammed aracılığıyla- "köpeğe benzediğini" bildirmekte. Bir "vefasızlık", bir"[...]" değil de nedir bu?!


Celaleddin Süyûtî'nin (ö. Hicri 911/ Miladi 1505) El İtkân Fi Ulumi'l-Kur'an adlı ünlü (kaynak) kitabında, "cennet" ve "cehennem" de, Kur'an'daki gibi ve Kur’an'dan önce Ümeyye'nin şiirlerinde anlatıldığı açıklanır. Ümeyye'nin bir şiirinde "cinan" (cennetler) şöyle anlatılır:
"Asıl bahçeler cennetlerdedir. Gölgelikler oluşturmakta. Ve o gölgeliklerde, göğüsleri yeni tomurcuklanmış kızlar var. O cennetlerdeki sedir ağaçları dikensizdir'"
"Cennet"lerdeki "sedir ağacı" için Arapçada pek rastlanmayan ve "garip" sözcükler arasında gösterilen "mahzût" (dikensiz) sözcüğü Kuran'da da kullanılmakta. Vâkıa Suresinin 28. ayetinde, "Ve dikensiz sedir ağaçlarında..." denmekte. Aynı surenin 30. ayetinde de bu ağaçların, "uzayıp giden gölgelikler" oluşturduğu anlatılmakta. Dikensiz anlamındaki "mahzût" sözcüğünün "garip" (yadırganan) sözcüklerden olmasından ötürü, İslam öncesi Araplarda kullanılıp kullanılmadığı sorulmuş, az da olsa, kullanıldığına Ümeyye'nin yukarıdaki şiiri, "tanık" gösterilmiş.Aynı şiirde, "cennet" ve "bahçeleri"yle ilgili anlatılanlar, "göğüsleri tomurcuklanmış kızlar"ıyla birlikte Kur'an'ın  Nebe' Suresi'nde de anlatıldığı görülmekte:
Tanrı'ya karşı gelmekten sakınanlara, kurtuluş var. Bahçeler, bağlar var. Göğüsleri yeni tomurcuklanmış yaşıt kızlar var. Ve içki dolu kadehler var (cennette)." (Ayet 31-34.)
"Cehennem" ve "cehennemlikler" de Ümeyye'nin şiirlerinde anlatılırken, bir şiirinde şöyle denmekte:
"Onları baş aşağı tutun cehennemde. Çünkü onlar direndiler ve sürekli yalan ve uydurma şeyler söylediler."
Nisâ Suresi'nin 88. ayetinde, "münafıklar"m (cehennemde), "baş aşağı tutulacakları"nın, Ümeyye'nin şiirinde yer alan sözcükle aynı kökten gelen bir sözcük (erkesehum) kullanılarak anlatıldığı dikkati çekmekte. Süyûtî'nin kitabında, bu sözcüğün de "garip" (Araplarda pek az kullanıldığı için yadırganan) sözcüklerden olduğu belirtilir.

Kaynak:Turan Dursun ‘’Kutsal Kitapların Kaynakları I-II-III’’