Sabilik ve Semavi Dinlere Etkileri

îslam tarihçilerinden Zeynüddin Ömer İbnü'l-Verdî'nin "Sabiîler"e ait olduğunu söylediği ve "gördüm" dediği bir "sahîfe", "Tanrı'ya sesleniş"! içeriyor. Bundan bir parçayı, Arapçasmdan çeviriyorum:
"Sen öyle 'öncesiz' (ezeli) bir varlıksın ki, tüm başlar-başkanlıklar sana bağlı­dır. Düşünülen ve duygular alanına giren tüm varlıkların Tanrısısın sen. Dün­yaların Başkanı, 'âlem'lerin çobanısın. Meleklerin ve bunların büyüklerinin de Rabbisin. 'Akıllar senden gelip 'yeryüzü yöneticisi'ne ulaşmakta. Çünkü sen,ilk nedensin. Gücün, var olanların tümünü kaplamıştır. Sen, sınırı olmayan bir birliksin. Kavranamayacak olan teksin. Gök egemenlerinin ve ışıkları sürekli olan ışık kaynaklarının yönetenisin sen. Sen, iyiliklerin tümünü buyuran, her şeyi vahiy ve işaretle önceden gösteren hükümdarlar hükümdarısın. Yaratıkla­rın oluşup gelişmesi sendendir. Tüm evrenin düzeni, senin işaretinle yoluna gi­rer. Işıklar yalnızca senden kaynaklanır. Sen, her şeyden önce var olan en eski ^ nedensin. Senden, nefislerimizi (ruhlarımızı) arıtmanı diliyoruz. Nimetlerini kazanma başarısını diliyoruz. Şimdi ve her zaman. Taa, sonsuza dek... Ey her türlü kirden uzaklaşmış olarak görülebilen Tanrı! Akıllarımızı sağlıklı kıl ve hastalığın her türlüsünden uzak bir sağlık ver bize. Üzüntülerimizi, mutluluk­lara çevir. Yalnızca sana sığınıyoruz ve yalnızca senden korkuyoruz. Senin an­cak işaretle anlatılabilen büyüklüğünü dile getirmeyi başarmamızı diliyoruz senden. Bu büyüklük, sözle anlatılamaz. Her şey ve herkes sendendir, her şey ve her başarı seninle elde edilir. Dünyaların dileği-umudusun sen. Ve sen tüm insanların yardımcısısın."


Öteki üç dinin inanırları da böyle seslenmezler mi "Tanrı"larına?


Buradaki seslenişte, eski Yunan düşüncesinden yansımalar olduğu da göze çarp­amıyor değil. Bu, doğal. Çünkü "Sabiîler"in de içinde bulunduğu "Süryani" toplumu, f eski Yunanla tanışmıştı. Hem de daha ilkçağdayken...164 Abbasi halifeliği dönemin­de, bir süre kurulan "Doğu-Batı" arasındaki "köprü" de bunlar eliyle oluşturulmuş­tu. İslamın aman vermeyen bağnazlığıyla her türlü düşünce ve bilimi boğma çabası gösterilirken; dönemin "Halife"lerini yumuşatan bunlar olmuştu. O "Halife"leri bun­lar düşünce dünyasına çekmişler ve Bağdat'taki ünlü '"Beytü'l-Hikme" (Felsefe Evi), bunların sağladıkları ortamda kurulmuştu. O düşünce yuvasında "hocalık" eden, es­ki Yunan'dan çeviriler yapan; bunlar ve bunların öğrencileriydi.165 Eski "Ruha"lı (Urfalı), "Amid"li (Diyarbakırlı) ve daha başka yöreden "Süryani" düşünür ve bili- madamlarıydı.166 Düşünce ve bilim dünyasının çok şey borçlu olduğu "Harranlı Sa- biîler"i ve bunlar içinde Sabit İbn Kurra'yı (8347-901), dedelerini, oğlu ve torunla­rını da özellikle anmak gerekir.167


Sabiler de, birden çok tanrıya inanıldığı görülür. İbn Nedim (9097?-9877?), "Harran"lı Sabiîlerin, "kurban"ları, dinsel tören ve tapınmaları için Pazar gününü "Güneş" Tanrısına; Pazartesi'yi "Ay" Tanrısına; Salıyı "Mirrih" (Merih=Mars) Tan­rısına; Çarşamba'yı "Utarit" (Merkür) Tanrısına; Perşembe'yi "Müşteri" (Jüpiter) Tanrısına; Cuma'yı "Zühre" (Venüs) Tanrıçasına ve Cumartesi'yi de "Zühal" (Satürn) Tanrısına ayırdıklarını yazar.Aynı yazar, aynı Sabiîlerin, "Tek Tanrı"ya inandık­larını belirten anlatımlara da yer verir ve örneğin şunları yazar:


"Aktarılan o ki, Sabiler şu inançta birleşirler: Evrenin sonu olmayan bir nede­ni ('illet'i) var. Tektir O. Çoğalmaz.Neden olduğu (yarattığı) nesnelerden hiç­birinin niteliğini almaz.Yarattıklarından iyiyi kötüden ayırt edecek duruma ge­len herkesi (her akıl sahibini), Tanrılığını kabul etmeye yükümlü kılmıştır.


Herkese doğru yolu göstermiş ve doğru yolu göstersinler diye peygamberler göndermiştir. Peygamberler, Tanrının kanıtını ortaya koyma durumundadır- J lar. Tanrı onlara, herkesi, hoşnut olacağı yola çağırmalarını buyurmuş; 'ga­fil zab'mdan korunmak gerektiğini, kendisine boyun eğenlerin sonsuz bir nimete (cennete) ereceklerim, boyun eğmeyenlerinse, hak ettikleri oranda cezaya çarptırılacaklarını duyurmalarını bildirmiştir.. ,"


Güney Irak'ta görülen, "Harran Sabiîleri"nden çok "ayrı" oldukları ileri sürü­len ve "gerçek Sabiîler bunlardır" diye sözleri edilen "Mandeîler" (Mandeenler) de böyle bir "Tek Tanrı"ya inanırlar.


Öyleyse bir "çelişki" var gibi görülebilir. Yani bir yandan "Güneş"e, "Ay"a ve öteki beş gezegenin her birine "tanrı" niteliğinde yer verip tapınmak, öbür yandan "Tek Tanrı" inancını belirtmek, "bağdaşmaz şeyler" gibi gelebilir insana.


Ama sözü edilen gökcisimlerinin, Sabiîlik dininde, öteki "üç kitaplı din"deki "melekler" ya da "melek konutları" ya da "meleklerin, ruhani varlıkların bedenleri" niteliğinde oldukları düşünülürse "çelişki" diye bir şey kalmaz. E'ş-Şehrestânî (1071-1153) ve öteki Müslüman yazarların aktardıkları da, ne denli saptırmalarla dolu olursa olsun; durumun böyle olduğunu göstermekte. Aktarılan bilgi, özet ola­rak şöyle:


Sabitlikte "Gezegenler" =Tanrı Aracı "Ruhani Varlık"ların Gövdeleri ve "Melekler"


"Tanriya ulaşmak için "aracı" gerek. Bu, "şart". İbrahim Peygamber zamanında­ki iki büyük inanç kolundan "Hunefa" (Hanifler) inancına göre de, Sabiîliğe göre de, bu böyle. Ancak; "aracı"nın "ruhani varlıklar" mı, yoksa bildiğimiz türden "cisimli varlıklar" mı olması gerekir? Tartışmalı. Hunefa inancına göre "cisimli" ve de "be­şer" (insan) olmalı. Sabiî inancına göreyse; "beşer", "Peygamber" olabilir. Örneğin "Hermes" (İdris ya da "Şis"=Şit Peygamber). Ama ondan da önce "ruhani varlıklar" gerekli. Kaçınılmaz koşuldur bu. Çünkü insanoğlunda "öfke" olur, "şehvet" olur ve daha nice neler olur. "Ruhani varlıklar"daysa bunlar olmaz. "Ruhani varlıklar", bil­diğimiz türden "cisimli varlık özelliklerinden uzaktırlar. Ama onların da "hareket"leri var. Bununla birlikte, "hareket"leri "mekân içinde" (bir yere bağlı) değil. Onlar, "değişmez"ler. "Yaratıcı" ve "değiştirici"dirler. Tanrısal gücü ve etkiyi, aşağı (süfli) kesimdeki cisimli varlıklara aktarırlar. "Gezegenler"in yöneticileri de onlardır. "Ge­zegenler", onlar için birer "tapınak" gibidir. Ya da "ruh" için "beden" (gövde) nasıl­sa, "ruhani varlıklar" için "gezegenler" de öyle. O varlıkların işi, bu "küreleri "ha­reket ettirmek" ve bu yolla, "madde âlemi"ne "etki"de bulunmak. "Ruh"ların da, "cisim"lerde olduğu gibi, "küllî" (tümel) olanları var, "cüz'î" (tikel) olanlan var. "Ci­simli" varlıklardan "küllî" olanlar, onların "küllilerinden, "cüz'î" olanlarda, onların "cüz'î"lerinden etki alarak meydana gelir. Örneğin, "yağmur"un bir görevli "ruh"u,bir görevli "meleği" vardır. Her yağmur damlasının da yine bir görevli meleği var. Dünya, doğa olayları, "rüzgâr"lar, "fırtma"lar, "depremler" için de hep böyle düşü­nülmeli. Tümünü, o varlıklar yönetirler. Görülebilir, duyulabilir varlıkların tümüne, onlar "güç" ve "yasa" dağıtırlar...'


"Sabiîler" için, "bunlar putatapardırlar!" da denir. Bu yargı şu anlamda doğru ola­bilir:


"Sabitler" çok büyük önem verip saygı gösterdikleri "Güneş"i, "Ay"ı ve bunların dışındaki "beş gezegen"in her birini "tanrı" gibi görürler. Bunlara tapınırlar. Kimi zaman da, bunları "temsil eden" "putlar" yaparlar, onlara tapınırlar.Bununla bir­likte, bunlarla ulaşmak istedikleri "asıl" ve "tek" olan "Tanrı"ya ilişkin inançlarını korurlar. Hani, bir; en başta kral olur, bir de basamak basamak kralın "erkân"ı, yar­dımcıları olur ya, ilkçağların kafaları, "Tanrı" ve "yardımcılarını da öyle düşünmüş. Kralın yardımcılarına, kralı "temsil" edenlere olan "saygı" da, aslında, kralın kendi- sinedir. Öteki "üç kitaplı din"in, "Tanrı" ve "melekler"e ilişkin inançları da "Sabit- ler"inkinden farklı değil. Bu dinlerde, "Tanrı"ya, "saray", "taht" ("arş", "kürs") bile uygun görülmüş olması da bunu göstermez mi?


Daha önce de adı geçen Yahudi ulularından Musa İbn Meymun (1135-1204), elinde, Sabilere ait kitaplar bulunduğunu anlatarak girer konuya: "Bilindiği gibi, atamız İbrahim (Peygamber), Sabiî toplumunda doğmuştu. Sabilere göre Tanrı olarak, yalnızca 'yıldızlar' (Güneş, Ay ve beş gezegen) var. Onların elimizde olan ve Arapçaya çevrilmiş bulunan kitaplarından ve eski tarihlerinden sana aktardığım zaman anlayacaksın ki, onlar, açıkça şuna inandıklarını belirtirler: 'Yıldızlar, birer tanrıdır. En büyük tanrı, Güneştir. Yedi yıldızdan her biri tanrı olmakla birlikte, iki çok ışıklı (Güneş ve Ay), en büyükleridir...'" der. Sonra, İbrahim'in Sabiliğe nasıl karşı çıktığını anlatan (sonradan uydurulduğu belli) öyküye yer verir.Bu arada, Sabilerin Âdem'in de öteki insanlar gibi, erkek ve dişiden meydana geldi­ğine ve 'Ay peygamberi' olduğuna" inandıklarını da yazar.Tevrat'ın ve Kur'an'ın yer verdiği "yaratılış" öyküsünde geçen anlatımlara, "meyvesi yasak ağaç"a, "yılan"a, "Âdem'in çıplaklığı"na ve "giysi sorunu"na... Sabitlerin kitapla­rında da yer verildiğini anlatır.


Ünlü Yahudi, Sabilikte; "yıldızlardan başka tanrı tanınmadığını" söylerken, işin saptırmacasındadır. Kendilerinden önce "Tek Tanrı İnancı"nın, "Sabiîlik"te var oldu­ğunu saklama çabasında. Yine de gerçeği saklayamıyor: Bir zamanlar kendi "Tek Tanrı"larının benzetilmeye çalışıldığı ve bu "Tek Tanrı"nın Tevrat'ta, son biçimini almasını sağlayan Tanrı "Ba'l'in Sabitlikteki yerini, önemini belirtmek zorunda ka­lıyor: "Ba'l peygamberleri"nden söz ediyor ve Sabitlerin: "Ey Ba'l! Seslenişlerimi­zi dinle, kabul et!" diye yakarışta bulunduklarını aktarıyor kitaplarında.


Demek ki, birer simge durumundaki "yıldızlar"ın, "tapmaklar"ın ve "putlar'ın ötesinde, Sabiîler, bir "Tanrı" düşünüyorlardı ve aracılar yoluyla bu asıl "Tanrı"ya ulaşmaya çabalıyorlardı. Bu "Tanrı"yı, belki de yalnızca bir kesim yörede "Ba'l" simgeliyordu.Üç "kitaplı din"in "Tek Tanrı"smın oluşmasında çok büyük rol oyna­yan "Ba'l"... (Daha önce üzerinde durulmuştu).


Sabiîlerin inandıkları asıl (tek) Tanrı da, kendisine tam boyun eğmeyenlere karşı, çok "acımasız". İbn Nedim'in de yer verdiği bir alıntı, çok ilginç: "Sabitliğe göre (asıl) Tanrı, kendisine karşı gelenlere, dokuz bin dönem, işkenceyle ceza (azap) çektirecek."


Sabiîlikte "Namaz"


Üzerinde birleşilen gerçek: Sabiîlik dininde de, "namaz" vardı. Hem de "kopya­cı dinler"den İslamda olduğu gibi, "rekât"lı, "rükû"lu, "secde"li.Müslüman ya­zarlar da bunu kabul etmekteler.


Kaynaklarda anlatılanların özeti:


Sabiîliğe göre, "farz" namaz, "üç vakit"te kılınır: Güneş doğmadan önce (bu sa­atte başlanır), öğleyin ve Güneş batarken. "Üç vakit" de, "vacip" namaz var: "Gün­düzün ikinci saati", "gündüzün dokuzuncu saati" ve "gecenin üçüncü saati".Ki­mi Müslüman yazarlar da bu "yedi vakit namazı" şöyle anlatırlar: "Yedi vakitten be­şi, bizim namaz vakitlerimizin aynı. Altıncı vakit, kuşluk vakti; yedincisiyse gece­nin altıncı saati biterken."


Sabiîlikte namaza "niyet"le girilir.


Bir de, "cenaze namazı" vardır ki, "rükû"suz ve "secde"siz,Yani tıpkı İslamdaki gibi.


Bu dinde de "namaz"dan önce "abdest" almak gerekir.


Bu dinde de "namaz"a çağrı yapılır, yani "ezan" vardır.


Bu dinde de "kıble" vardır. Örneğin Harran Sabitleri, Kuzey kutbuna;Güney Irak Sabitleri de, oğlak burcuna dönerek "namaz" kılarlardı. Bugün yaşayanların da yine "kıble"leri vardır.189


Sabiîlikte "Oruç"


Yine üzerinde birleşilen gerçek: Bu dinde de "oruç" var. Yine îslamda olduğu gi­bi "30 gün". Ama "Ay"a bağlı. İslamdaki gibi. Ay "29" çekerse, "oruç" günlerinin sayısı da "29" olur.İslam da böyle demiyor mu? "Ay'ı gör oruç tut, Ay'ı gör bay­ram et!" kuralı, bu dinde de aynen geçerli.


Sabiîlikte "Tapınaklar"


"İbadet" ve dinsel anlamlı törenler için bu dinde de "tapınak"lar var. İslam dün­yasının ünlü tarihçilerinden Mesudî (Ö.957), "Harran Sabitlerinin tapınakları 'akıl cevherleri' ve 'yıldızlar' adınadır. Bunlar arasında, 'ilk neden tapınağı' (birinci akıl, ilk neden sayılır), 'akıl tapınağı' gibi adlar var" diyor ve "yıldızlar" adına olan tapı­naklar konusunda da bilgiler aktarıyor:


Burada yer alan bilgilere göre, Güneş, Ay ve beş gezegen adına yapılmış tapınak­ların ad ve biçimleri şöyle: "Güneş Tapınağı": Dörtgen. "Ay Tapınağı": Sekizgen. "Zühal (Satürn) Tapınağı": Altıgen. "Müşteri (Jüpiter) Tapınağı": Üçgen. "Merih (Mars) Tapınağı": Dikdörtgen. "Zühre (Venüs) Tapınağı": Bir dörtgen içinde üçgen. "Utarit (Merkür) Tapınağı": Bir dikdörtgen içinde üçgen.


"Din"lerın, özellikle "kitaplı dinler"in ve hele İslamın aman vermeyen "bağnaz­lığı" olmasaydı, şimdi bu tapınakların tümüne yakın bölümünün "yerinde yeller eser" olmayacaktı. Koyu bağnazlık, yerle bir etmiştir bunları. İçlerindeki sanatsal yapıtlarıyla birlikte... Bununla birlikte, onarımlara uğramış biçimiyle kalabilmiş olan da var. Üç "kitaplı din"in, özellikle İslamm saygısını da üzerinde topladığı için... Örnek: "Kabe."


"Kâbe"nin de "yıldızlar adına" yapıldığı anlatılır. Daha önce de değinildiği gibi, bunu, Mesudî de aktarır.


Buradaki bilgiyi değerlendirirsek, "Kabe, 'Güneş Tapmağı' olarak Sabitler tara­fından yapılmıştır" demek gerekir. "Güneş Tapmağı" olanlar, "dörtgen"di. Kâbe de öyle. "Dörtgen" anlamı, "Kâbe"nin sözlük anlamında da var. Kimi kitaplarda, bu arada ünlü Kamus tercümesinde, "Kâbe" adının verilişi, "dörtgen" oluşuna bağla­nır.'94 Arapça sözlüklerin kiminde şu da denir: "Kâbe, dörtgen evdir."195 Daha ön­ce raporundan söz ettiğim ve parçalar sunduğum Meksiko eski Maslahatgüzarı Tah­sin Mayatepek'in konuya ilişkin anlattıklarını da burada anımsamakta yarar var. Ora- dakilerle buradaki bilgiler birleştirilirse konu daha aydınlık kazanır.


Demek ki, İslam da özel saygı göstermeseydi, Sabitliğin bu "Güneş Tapmağı" da, niceleri gibi yok edilecekti. Şimdi İslamın "kutsal yer"i durumunda. Ve Arap, petro­lü yanında, burasını da büyük "gelir" ve sömürü kaynağı yapmakta.


Bilindiği gibi İslam, Kabe'nin İbrahim Peygamber tarafından "inşa" edildiğini ileri sürer.


Eğer bu doğruysa, İbrahim'in kim olduğu üzerinde durmak gerekir: Tevrat a da­yanarak İbrahim'in, "yıldızlara tapınma"nın kaynaklandığı "Kildaniler" (Kaideliler) ülkesinden, Ur'lu olduğunu düşünün. Ailesiyle birlikte, sonra Sabiîlerin "merkez" edindikleri Harran'a geldiğini, burada nice zaman kaldıktan sonra, "Ken'an" illerine, Filistin dolaylarına vardığını düşünün. Kur'an'ın ve "hadis"lerin ileri sürdüklerine "olabilir!" diyerek de, oradan, herhangi bir tarihte, ta Mekke'ye gitmiş olabileceğini varsayın. Ve varsayın ki, İbrahim, o sırada Kâbe'yi "inşa" etmiştir. O zaman, onun bu tapmağı; içinde doğup büyüdüğü Sabiîler için, bir "Sabiî peygamberi" olarak ve "Güneş Tapmağı" diye yapmış, ya da yaptırmış olabileceğini neden düşünmeyelim? Nitekim Sabiîler, İbrahim'i de peygamber tanımaktalar.196 Kur'an, Ali İmrân Sure- si'nin 67. ayetinde, İbrahim'in "Yahudi" de, Hıristiyan da olmadığını, "Hanif "Müs­lim" olduğunu söylüyor. "Hanif"' sözcüğünün de, "Müslim" sözcüğünün de an­lamları tartışmalıdır. Ama temel kaynaklarda yer alan kimi bilgi var ki, İbrahim'e Kur'an'a, sık sık "Hanif" denmesini,konumuz açısından son derece ilginç kılmaktadır: Örneğin İbn Nedim, bir kitaptan söz ederken şunları yazıyor:
"Müminlerin Emiri Harun E'r-Reşid'in azatlısı Ahmed İbn Abdullah İbn Selam diyor ki, bu kitabı, 'Haniflerin kitabı'ndan (Arapçaya) tercüme ettim. 'Hanifler'se; 'Ibrahimi' olan, İbrahim Peygamber'e inanan Sabilerdir. Bunlar, 'suhufu (tanrısal bildirilerin bulunduğuna inanılan sahifeleri), İbrahim Peygamber'den aldıklarını söylerler,"
Demek ki, İbrahim'in "Hanifliği", "Sabiîliği"yle eşanlamlı. Buna göre, bir "Sabiî", bir "Sabiî peygamberi" olarak Kâbe'yi, bu "dörtgen Güneş Tapınağı"nı "inşa" etmesi doğal.


İslamın bağnazlığıyla, kimilerine "Hanifler" de dendiği görülen Sabitlerin kitapları yok edilmemiş olsaydı bunu daha açık görebilecektik.


Sabiîlikte "Hac"


Bu dinde de "hac" var. Müslüman yazarlar, örneğin Ebül Fidâ (1273-1331), Sabiîlerin Mekke'deki "Tanrı Evi"ne (Kabe'ye) ve Harran'daki tapınağa çok saygı gös­terdiklerini, buralara "hac" için gittiklerini yazar.!


Kimi doğubilimciler, İslamın kabul ettiği hac gelenekleri arasında, Güneş Kültü ayinlerinden kalma gelenekler bulunduğunu belirtirler. İslam Ansiklopedisinin Hac maddesini yazan A.J. Wensinck, bu görüşteki doğubilimcilerden birkaçına yer verir. Bunlarca ileri sürüldüğüne göre, örneğin, İslamın da benimsediği ilkellik olan "şey­tan taşlama", "Güneş"e "musallat" olduğuna inanılan "ifrit"i (cini, şeytanı) "kov­ma" amacına yöneliktir!


"Hac"da "şeytan taşlayan" Müslüman hacılar, bunun kim­lerden kalma olduğunu bilmeden atarlar "taş"larını!


"Hacc"ın, İslamdan çok önce var olan bir gelenek olduğu tartışmasız. İşte bu ge­leneğin birçok biçiminin oluşmasında, "yıldızlar"a inanan, onlara "tapınaklar" ya­pan, tapınan ve bu yolla "asıl Tanrı"ya ulaşacaklarını uman "Sabiîler"in en başta rol oynadıkları bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.


Sabiîlikte "Kurban"


Kaynaklarda, örneğin İbn Nedim'in El Fihrist'ınde, Sabilerin kitaplarından ilgi çekici bilgiler aktarılır bu konuda da:
"Sabilerin yıllarının ilk ayı, Nisan'dır. Nisan'ın 1., 2. ve 3. günleri, bunlar Tan­rıçaları 'Belsâ'ya yakınlaşmaya yönelirler, saygıyla eğilirler. Tanrıça 'Zühre'dir bu. (Venüs). Tören günü tanrıçanın evine (tapınağına) girerler. Ayrı" ayrı toplu­luklar olarak... Ve kurbanlarını keserler, hayvanlar yakarlar diri diri. Nisan'ın altıncı günüyse, Tanrıları Ay'a öküz keserler. Akşam olunca da kurbanın etini yerler..."
Aktarılanlar böyle başlıyor ve sürüp gidiyor. Sabiîlerin hangi Tanrıya, hangi ay, hangi gün, hangi dinsel törenlerle, hangi bayramlarla neleri, nasıl kurban ettikleri, ay ay ve uzun uzun anlatılıyor.


Bu Sabiler, Harran'dakiler ya da buraya bağlı olanlar. Yukarıda da anlatılmıştı ki, burada Ay kültü egemen. Onun için, aktarılan bilgilere bakıldığında, Ay tanrısı Sin'e verilen özel önem göze çarpıyor. Gerek kurbanların niteliğinde, gerek törenlerde... Özellikle bu Tanrı için "Rab" sözcüğü kullanılıyor. Belli ki "asıl (tek) Tanrı'yı sim­geleyen, bu Tanrı. Tabii "Güneş" Tanrısı da çok önemli. Ay ölçüsünde olmasa da Gü­neşin de önemli bir simge sayıldığı görülüyor.


Son derece ilgi çekici bir nokta:


Ay Tanrısının, yani asıl Tanrıyı daha çok simgeleyen "Rabb"m "doğum günü", Sabilerde Ocak ayında "kutlanıyor".Hıristiyanlıktaki Noel gününü anımsayın. Hıristiyanlıkta Aralık ayının 25. gününün kutlandığına bakmayın. Eskiden Ocak ayı­nın 6. günü kutlandığını düşünüp ona göre değerlendirin. Bu kopyacı "kitaplı din"in, söz konusu geleneği nereden aldığı belli olmuyor mu böylece?


Sabilikte, Ay Tanrısı "Rabb"in "doğum günü" törenlerinde daha bir ağırlık var. Hem törenlerin niteliği, hem de sunulan "kurban"lar ona göre...


Bir ilginç nokta da, Temmuz ayındaki anma ve kurban törenlerinin özelliği:


Bu adı taşıyan Tanrı'nın ölümünden duyulan üzüntü dile getirilir bu ayda.


Yahudi İbn Meymun'un aktardığına göre, buradaki "Temmuz", Peygamber. Ve efsane şöyle:
"Temmuz, krallardan birini, 'yedi yıldız'a (Güneşe, Aya ve beş gezegene) kul­luk etmeye çağırır. Kral da tutup onu 'feci biçimde' öldürür. Bunun üzerine, olayın olduğu gece; yeryüzünün her bir yanından putlar (tanrılar) gelip Babil'de, büyük ve altından putun, Güneş putunun çevresinde toplanırlar. Büyük altın put, tapınağın tam ortasına gelecek biçimde, gökle yer arasında asılı du­rur (gibi) bulunmakta. Çevresinde de putlar. Bunlar, Temmuz'u anarlar ve baş­larlar ağıta. Bütün gece ağlarlar, sızlanırlar. Sabah olunca da uçup giderler gel­dikleri tapınaklardaki yerlerine. İşte her yıl, temmuz ayının ilk günü yapılan törenin anlamı bu. Kadınlar bunu anar, ağlar ve yas tutarlar.. ."
İbn Nedim'in aktardığına göreyse; bu anma töreni, temmuzun ilk günü değil; "or­tasında" yapılırdı. Yalnızca ağıtlarla, yaslarla da kalmaz; günün anlamına uygun "kurban"lar da sunulurdu.


Sabiîlerin bu anma töreninin, ekonomik duruma göre zamanla geliştiği ve çeşit­li toplumlara yayıldığı görülür. "Ölüp yeniden dirilme" niteliği, aşk, canlılık, verim anlamları da katılarak... Sumerler'in "Dumuzi"sini, Ken'anlıların ve çeşitli toplum­ların benimsediği Tanrı "Ba'l'i, eski Yunan'daki Adonis'i anımsayın. Ve bunların ay­nı anlamı (efendi) taşır olmalarını, aynı "efsane"ye bağlandıklarını anımsayın. Daha önce söz edilmişti bunlardan.


Demek ki, Sabiîlik eski çağlarda çok yaygındı.Bugün uygarlıklarından önemle söz edilen toplumların hemen tümünü içine alan bir yaygınlıktaydı.Toplumların üretim ilişkilerine, kültür ve uygarlık durumlarına göre geliştikçe de yeni biçimler almış ve nice kollar doğurmuştu.



Sabilikten aktarılanlara göre, sunulan "kurban"lar da çeşitli bu dinde. Sığır, kuzu, horoz, kuş...Ekonomik duruma, kurban sunulan "Tanrı" simgesinin önemine ve günün anlamına göre değişiyor.


Bunlar arasında bir "kurban" var ki, çok düşündürücü: İlk doğan çocuk. Ağustos ayında. En önemli Tanrı simgesi için kesilir bu çocuk.Töreniyse tüyler ürpertici.


Anımsayın ki, Tevrat'ta ve Kur'an'da anlatılanlara göre, İbrahim Peygamber de çocuğunu "kurban" olarak "kesmeye" yönelmişti. "Çünkü adamıştı". "Tanrı buyruğuydu.


İşte Tevrat'm Tekvin bölümünde anlatılanlar:
"Ve bu şeylerden sonra vaki oldu ki, Allah İbrahim'i deneyip ona dedi: Ey İbrahim! O karşılık verdi: İşte ben! (Buyur!) Allah buyurdu: Şimdi oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu, İshak'ı al ve Moriya diyarına git. Orada, sana söyleyeceğim dağlardan biri üzerinde, onu yakılan kurban olarak* sun!" (22:1-2) "Ve İbrahim sabahleyin erken kalktı... Oğlu İshak'ı aldı... Ve kalkıp Allah'ın kendi¬sine söylemiş olduğu yere gitti." (22:3) "Ve İbrahim yakılan kurban odunlarını alıp oğlu İshak'a yükledi. Ateşi ve bıçağıysa kendi elinde taşıdı. Ve birlikte gittiler!" (22:6) "Ve Allah'ın kendisine demiş olduğu yere vardılar. İbrahim orada bir mezbah yaptı, odunları dizdi ve oğlu İshak'ı bağlayıp, mezbah üzerine, odunların üstüne koydu. Ve İbrahim elini uzattı, oğlunu boğazlamak için bıçağı aldı..." (22:9-10)


Tam bu sırada "Allah" araya girer, "melek" aracılığıyla yeni buyruğunu bildirir: İbrahim "deneme"yi kazanmıştır, artık "çocuğunu kesip yakmasına" gerek yok. "Boynuzlu bir koç gönderilir" İbrahim'e. "Kurban" olarak da bu koç kesilir. (22:11-13)


Kuranda, Tevrat'taki kimi ayrıntılar yoksa da anlatılan başka türlü değil. Zaten ondaki öykü de Tevrat ve "şerhlerinden’’ alınma. Kur'an'dakine  göre de İbrahim, oğlunu "kurban" etmekle "emrolunur". Buyruğu yerine getireceği sırada da "Allah" araya girer! İşte Sâffât Suresi'nin "ayetleri:
"Çocuk kendisinin yanı sıra yürümeye başlayınca: 'Ey küçücük oğlum! Kesin olarak rüyamda gördüm ki seni kesiyordum. Bak bu işe, ne dersin?!' Çocuk karşılık verdi: 'Baba! Sana buyurulanı yerine getir!Tanrı dilerse, beni, buna katlananlardan bulacaksın!' İkisi de buyruğa boyun eğince ve İbrahim oğlunu, (kesmek üzere) alnı üzerine yatırınca, biz bağırdık ona: 'Ey İbrahim! Rüyan gerçekleşmiş sayılır. Biz senin gibi iyilikçileri böyle ödüllendireceğiz!' dedik. Doğrusu, bu apaçık bir denemeydi. Ve İbrahim'e büyük bir (koç) kurbanlık verdik." (Ayet 102-107.)
*Bu, Sabiîlik geleneğine de uygun, Sabitlikte de "kurban" edilen çocuk önce kesilir, sonra yakılırdı. Bazen, çocuk ya da delikanlının "et"i alınır, hamurlara katılarak pişirilir, geri kalan bölümü, kılları, kemikleri, sinirleri yakılırdı yalnızca. Bkz. İbn Nedim, El Fihrist, Beyrut, t.y, s.449.


Öykünün, "kutsal kitap" yazarları eliyle uydurulan yanını, "gökten kurbanlık koç" gönderildiği yolundaki ilkel yalanı bir yana bırakır da, "İbrahim gerçekten çocuğunu kurban olarak kesmeye ya da kestirmeye yönelmişti!" biçiminde düşünebilirsek, bir "Sabiî" olarak bu geleneğe uymuştur o. Uymak zorunda kalmıştır. Bir "Sabiî Peygamberi" olarak... İlkel gelenekteki zorlayıcı koşullar böyle yapmayı gerektirdiği için... Şimdi bizim "Müslüman" kişilerimiz, İslam kitleleri bu geleneği sürdürmekteler. "Kurban" bayramıyla, "hac" sırasındaki kimi kurban törenleriyle... Geleneğin aslından başka biçimiyle de olsa... "Hazreti İbrahim'in yolu-sünneti" diyerek... Ve geleneğin nereden gelme olduğunu bilmeden...Kimi "sosyal içerikli" cahil aydınlarımız da, özellikle "kurban bayramı"nın "sosyal yararları"ndan, "erdem"lerinden söz ederler. "Sürü"lerine uyarak...


Sabitlikte Yasa = "Namus" ve Ahlak İlkeleri


Önemli bir sözcük: "Namus." Kökü Yunancadır. "Nomos." "Yasa" ya da "din yasası" demek.Yani "yasa"ya ya da "din kurallan"na uyanlar, "namuslu" sayılmışlar! Gerçekte "namussuz" olsalar da...


Kimi doğubilimcilere göre "namus", Arapça sözcük olarak da çok eski. Ve çok çeşitli anlamları içermekte:Bunların içinde "para" ("dinar") da var. Demek ki, dünyamızın "paralı" egemenleri de, eskiden beri "namuslu" sayılmışlar. Bizim bildiğimiz anlamıyla ne denli "namussuz" olurlarsa olsunlar. "Ruhu'l-kudüs" (kutsal ruh), bir başka adıyla "Cebrail" anlamı da verilmiş sözcüğe. Hani zaman zaman peygamberlerin "[...]" işlerine "namuslu" görüntüsü veren "vahiy meleği" var ya; işte o. Bu meleğin en "onurlu" işi, şunun bunun, [...]* "Tanrı'dan ayet" getirerek, [...] "ahlak giysisi kazandırmak". "Namus simgesi" sayılması bundan olsa gerek. Bu meleğe İslamda "en büyük namus" (nâmûsu'l-ekber) denir.Oysa tam karşılamasa da "en büyük peygamber [...]" ya da "[...] ahlak gösterme memuru" demek daha uygun düşmez miydi?


"Namus" sözcüğünün Yunanca aslındaki "yasa", "ilke", "din, ahlak kuralları" anlamı, oldukça yaygın. "Masonluğun öncüsü, ya da bu örgütün oluşmasında katkısı olduğu ileri sürülen "ihvan-ı safâ"nın "risaleleri"nde de, yer yer bu anlamda kul¬lanıldığı görülür.


Şimdi gelelim Sabilikteki "namus"a:


Biraz sonra aktaracaklarım üzerinde düşünürseniz, üç "kitaplı din"in ve bu arada, "Masonluk" gibi örgütlerin, "namuslarını", nereden aldıklarına ilişkin ipuçlarını bulacaksınız. Bu din ve örgütlerin, "namusluca" olmasa da, "aşırdıkları namusları" kendilerine "mal ettikleri"ni göreceksiniz.


Zeynüddin İbnü'l-Verdî'nin, Tetümmetü'l-Muhtasar Fî Ahbari'l-Beşer adlı kitabında, Sabilerin olduğunu söylediği ve "görüp okuduğunu" belirttiği "Namus" sayfası, ne yazık ki, elimizde bulunmamakta. Onun kitabında yer verdiği kadarını, Arapçasından aynen çeviriyorum:
"Sakın hiçbiriniz, benzerinin kendisine yapılmasını uygun görmediği bir işi-işlemi, herhangi bir 'kardeşine' yapmasın. Sakın övünmeyin, varlığınızı, erdemlerinizi sayıp dökerek böbürlenme yoluna gitmeyin. Sakın birer yalancı olarak Tanrı'ya ant içmeyin, inandırmak için hemen ant içmeye koyulmayın. Dürüstlüğe yaslanın. Öyle ki, sözlerinizde 'evet'iniz gerçekten 'evet', 'hayır'ınız da, gerçekten 'hayır' olsun. Yalancılara Yüce Tanrı adına ant içirmekten de sakının. Onların 'günahlarına siz de katılmış olursunuz. Hele, onların antlarını bozacaklarını biliyorsanız... İçinizdekileri ve herkesi; tüm gizlilikleri bilen Tanrı'ya dayayın (havale edin). Adaletli yargıç olarak da, çözüm getiren savunmacınız olarak da, O, size yeter. Boş, yanlış ve kötü söz söylemekten kaçının. Sapık ve yanlış yolda olanlarla işbirliği etmeyin. Çok şaka yapmayın, çok gülmeyin. Şunu, bunu çekiştirmeyin, kınamayın. Öfkelendiğinizde ağzınızdan kötü söz çıkmasın. Çünkü bu sizi, kınanası ve küçük duruma düşürür; size, utanç ve yeğnilik getirir; üzerinize günahı, sıkıntıları çeker. Öfkesini yenen, sözünü bilen, düşüncesini arı kılan ve içini temiz tutan kimse, her tür kötüyü-kötülüğü yener. 'Hikmet'in bilincine varın. Dindarlığa yönelin. Ağırbaşlı ve olgun olmayı kendinize gelenek yapın. Güzel, yaraşır edeplerle süslenmeye çalışın. İşlerinizde dengeli olun. Aceleci olmayın. Özellikle suçluyu cezalandırmakta... Biriniz bir yola sapsa da, kötü, yadırganası bir şey yapsa; hemen koparsın kendini ondan. Onunla ilişkisini sürdürürken kurtulacağını sanmasın. Diyelim ki, dünyada örtbas etmeyi, saklamayı başardı; kuşku duymasın ki, 'din günü'nde (öbür dünyada) herkesin önünde açığa çıkacaktır suçu."


Bunlar güzel öğütlerdir değil mi? Bunlardan kimi, kopyacı "kitaplı" dinlerin "öğüt"leri arasında yer almıştır. "Tanrı"nın ya da "Peygamber"in öğütleri olarak... İslam hokkabazları da, bunlardan kimini, "Muhammed'in sözleri" arasında göstermişlerdir.


Bu "öğütler", bütün "din"lerde var hemen hemen.Buna bakıp da, "din"lerin, "iyi, güzel şeyler öğütlüyor" olduklarını mı düşünmek gerekir?


Hayır. Çünkü: Önce, "din öğütleri" çelişkilerle doludur. Ve "ikiyüzlü"dür. Bir "yüzü"yle, çok "güzel", "insancıl" görünür. Öbür "yüzii"yse; insanlık dışı çirkinliklerle kaplıdır. İnsanları, acımasızca "ölüm"e, "öldürüşme"ye sürükler. Hiçbir şey yapmadığı zaman da, "zalimler"in yararına uyuşturur, "kaderci" kılar. Asıl işlerliği olan da bu yüzüdür. Ayrıca, ne denli "iyi, güzel, yararlı" görünürse görünsün, "korku"ya, yalanlarla şişirilen "umut balonlarına" dayalı olduğu için köklü kalmaz, yalanlarla birlikte uçar gider. Oluşturduğu hastalıklar kalır yalnızca. Dinlerde kimi zaman "en güzel öğütler" yer almış görünürken; "en çirkin tutum ve davranışların, bu dinlerin inanırlarında gözlenir olması da işte bundan... Yani "ikiyüzlülüğünden, "ikiyüzlü ahlak" aşılar olmasından... Ve köksüzlüğü yanında, iliklere değin sindirdiği "hastalık"lardan...


Sonra, "öğüt"ten önemli olan; insanın kendi "özgür iradesi"yle aklını kullanarak sonuçlara varması değil midir? "Din"; sahteci hokkabazları ne derse desin; hiçbir din, "akıl"la bağdaşmaz. "Din"in egemen olduğu yerde, "akıl", şu ya da bu biçimde "hapiste"dir. Önemli olan, insan kafasını bu "bağ"lardan koparıp arındırmaktır. "Din"den uzaklaşmadıkça ne arılığa, aydınlığa ermek, ne de "insanlaşmak" olası. El¬bette ki, "her dinsiz, insanlaşmış" sayılamaz. Ne var ki, "insanlaşmış olmak için", din bağlarından uzaklaşmak, en vazgeçilmez ve başta gelen koşuldur.


Sabiîlikteki Öteki Kurallar


Üç 'kitaplı din'dekilerle karşılaştırarak izleyelim:


"Gusül" (boy abdesti): "Cinsel birleşmelerde, birleşenlerin ikisine de gerekli olur. Ayrıca, erkeğin; "âdet gören" kadına, "lohusa"ya dokunması da bunu gerektirir.»


Cinsel birleşmelerdeki "cünüplük" ve "gusül" İslamda da var. Bunu hemen her "Müslüman" bilir.


Gusül", aslında bir "suya daldırma" geleneğidir. Sabiîlikte bu, doğum sonrası gocuklara da uygulanır. Yani yeni doğan çocuk, suya daldırılır.Bu bir "vaftiz"dir ve bilindiği gibi, Hıristiyanlıkta da var.


"Namaz için abdestli olma koşulu": Namaz kılan kimse, "cünüplük"ten temizlenmek zorunda. Yani boy abdesti gerekli olan durumlarda bu abdesti alacak. Abdestini bozan şeyler olursa, yine abdest (namaz abdesti) almak şart.


İslamda da böyle.


"Abdesti bozan nedenler": "Gusül" (boy abdesti) almayı gerektiren nedenler, ayrıca, sıçmak, sidiklemek, osurmak, burun kanaması vb.


Bunlar, İslamda da "abdesti bozma nedenleri"dir.


"Evlilik": Yalnızca bir kadınla evlenilebilir."Harran"daki ve bu "merkez"e uyan Sabiîler de böyle. Ama buranın dışındaki kimi Sabitlerde, "eşit tutulursa birden çok kadınla da evlenmek mümkün".Hıristiyanlıkta birincisi, yani "tekeşli evlilik" (monogami), Yahudilik (eskisi) ve Müslümanlıktaysa ikincisi, yani "çokeşli evlilik" (poligami), bunun da "çokkarılılık" (poligyni) türü geçerli. Hıristiyanlığın "tekeşli evlilik"ten ve "kadın-erkek eşitliği"nden yana görünür olması, daha çok, "ilk Hıristiyanlık hareketi"nin niteliğinden, İlk Hıristiyanlara "yoksullar" (ebionim) adı verilmişti. İlk Hıristiyanlık, daha çok bir "yoksullar hareketiydi.İlk klise de bir yoksullar birliği ve birleşen kardeşlerin meydana getirdiği bir aileydi." "Mülkiyetin tarihi"ni yazan Felicien Challaye, bunu uzun uzun işler. "Evlilik" de ona göre olacaktı elbet. Biraz "eşitlikçi" görünme zorunluğu vardı. Cinsel Âdetler Tarihi’ni yazan Richard Lewinshon, Hıristiyanlığın, "ta baştan, dikkatini özel olarak kadınlara çevirdiğini" anlatan görüşe yer veriyor.Ama yine aynı yazarın da belirttiği gibi gerçekte, "kadın-erkek eşitliği" yoktu Hıristiyanlıkta da. Yazar şöyle der:
"Yeni dinin kadınlara sağladığı durum, Roma'da erişmiş oldukları durumdan, aslında bir adım daha geriydi. Hıristiyan topluluğun kendi içinde bile eşitlik yoktu. (...) Kadın, özel hayatta da, erkeğin eşiti olmaktan uzaktı. Evlilikte kadınlara, kocalarının buyruğu altında oldukları söyleniyordu..."
Böyle olmakla birlikte, "Harran Sabiîlerinde olduğu gibi "tekkarılılık" benimsenmişti ilke olarak. Yahudilikte ve Müslümanlıkta "çokkarılılık" benimsendiği zaman "mülkiyet" durumu başkaydı ve "köleci toplum yapısı" vardı. Bu yapı çok gelişmişti. Tevrat'ta, "Süleyman..., çok yabancı kadın sevdi. (...) Süleyman onlara sevgiyle yapıştı. Ve onun yedi yüz karısı kral kızıydı. Üç yüzde odalığı (cariyesi) vardı..." denmesi Yahudilikteki yapıyı çok güzel anlatır. Muhammed'in de "yığın" denebilecek çoklukta "karı" alması, ayrıca Kur'an’ın çok açık anlatımıyla "cariyelerinin bulunması; bir yandan "Yahudi kral-peygamber"lere özendiğini, öte yandan içinde bulunduğu toplum yapısını yansıtır.


Sabiî, ancak Sabiîyle evlenebilir. Yabancılarla evlenenler, dinlerinden çıkmış sayılırlar.


Yahudilikte de buna benzer bir durum göze çarpar.Kral, Peygamber Süleyman, "yabancı kadın"larla evlendiği için "suçlanır".


Evlilik bağı, yalnızca, "tanıklar"ın önünde gerçekleştirilebilir.


Sabilikteki bu ilke, üç dinde de, özellikle Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta benimsenmiş görünür.


"Boşanma": Harran'daki ve buraya bağlı Sabilerde, "zina" olmadan ve bu, açıkça "kanıtlanmadan "boşama" gerçekleştirilemez.


Hıristiyanlıkta da böyle olduğu söylenebilir.


"Mülkiyet"in daha geliştiği anlaşılan başka kesim Sabiîlerdeyse, "zina"nın dışında şu üç nedenin her biriyle de, kadın "boşanabilir": "Hırsızlık", "âdetliyken yıkanmaması" ve "namaz kılmaması". Şu sonuncu neden, İslamı hemen anımsatıyor değil mi?


Kuşkusuz, "kadını boşamak", Yahudilikte de zor sayılmaz. Ama İslam’da, erkeğin "iki dudağı" arasında. Hele "üç talakla boş olsun!" dedi mi; tamam! İslami "nass"lar (dogmalar), bunun böyle olduğunu kesin olarak belirtmiştir. Müslümanlıkta "kadın boşama" o denli kolay olduğu içindir ki, İmam Gazali’nin de ünlü İhyau Ulumiddin adlı kitabında belirttiğine göre; Ali'nin oğlu ve Muhammed'in torunu Hasan "bir vakitte dört karı birden boşamış; başka dört karıyla birden evlenmişti" ve "böylece iki yüzden çok kadınla nikâhlanmayı gerçekleştirmişti,"


"Zina": Başta gelen "yasaklardan.


Zina için, Yahudilikte de, İslam’da da "hüküm"ler çok ağır. Çok korkunç ölüm nedeni olmaya dek vardırılmakta.


"Sünnet: Bence, Sabiliğin ana kollarından biri olduğu kuşku duymadan söylenebilecek olan "Hanifilik"te, sünnet; önemli din ve toplum gereklerindendir.Yukarıda da değinildiği gibi, Sabilerin bu koluna "İbrahimi Sabıîler’' denmekte.Yani bunlar; Yahudilerin de, Müslümanların da, "atamız" dedikleri "İbrahim "Pcygâmber"e bağlı sayılmaktalar. Sabilerin öbür ana kolundaysa "sünnet", temel "ysaklar’’ arasında.


Sünnet, bilindiği gibi Yahudilikte de var ve İslama da büyük bir olasılıkla Yahudilik yoluyla geçmiştir.


Sünnet, Yahudilikten çok daha önce eski Mısır'da (birçok yerde olduğu gibi Mısırlı Sabilerde de) vardı. Bu nedenle, Yahudiliğe, oradan geçtiği belirtilir:


Sigmund Freud şöyle der:
"Musa, Yahudilere sadece yeni bir din vermekle kalmamış, sünnet kurumunu da ortaya çıkarmıştır." 
"Musa..., sadece yeni bir din değil de, sünnet âdetini de vermişse, O, bir Yahudi değildir, bir Mısırlıdır...’’


Ne var ki Freud'un da kabul ettiği gibi, Tevrat'ta anlatılanlar, "sünnet"in, "Musa'dan da önceki zamanlarda, İbrahim döneminde var olduğu doğrultusunda...


Freud'a göre, Yahudilere "onur" kazandırmak (onların morallerini yükseltmek) için "sünnet"in önderleri tarafından kabul ettirilmiş olabileceği düşünülebilir.


Buna karşılık bir yazar şunları yazmakta:
"Sünnet, Kitab-ı Mukaddes zamanında, ayırt edici bir belirti olamaz. Çünkü, Yahudilerin temas ettikleri kimselerin kendileri de sünnetliydi. Mısır'dayken Yahudiler, sünnetsiz oluşlarını bir sakınca gibi gördüler. Sünnet, bir Mısır buluşu da değildi. Kuzey oymaklarından tutun da, Ottantolara kadar... bütün Afrika'da uygulanan bir şeydi. Mısırlı rahip doktorlar, onuru olan hiçbir kimsenin kaçamayacağı bir temizlik vasıtası haline getirmişlerdi sünneti. Üst derisini kestirmeyene barbar diye bakıyorlardı...
Özeti şu: "Sünnet", bir Afrika, özellikle de Mısır geleneği.


Bu gelenek nasıl oluşmuş?


Voltaire'in Felsefe Sözlüğünde şunları okuyoruz:
"Döl aracına derin bir saygı gösteren, dinsel tören alaylarında şatafatla onun (erkeklik organının) resmini taşıyan Mısırlıların, yeryüzünde her şeyin kendilerinden doğduğu (Tanrıça) İsis ile, (Tanrı)Osiris'e, bu Tanrıların, insan soyunu sürdürmesini buyurdukları organın küçük bir parçasını vermek istemiş olmaları pek olasıdır... "
Bu konuda pek çok görüş ileri sürülür. Ama bu görüş daha akla yatkın. Önemli bir araştırmacı-yazar Prof. Dr. Philip Hitti de, Tarihu Suriye ve Lübnan ve Filistin adlı Arapça yapıtında bu görüşte olduğunu, yani "sünnet"in gelenekleşmesinde, "cinsel organın bir parçasını Tanrıya sunma" amacının güdüldüğü görüşünü paylaştığını belirtiyor. Hitti’nin anlattığına göre Tanrı "Temmuz" için, Sabilerde de yapılan "verimlilik-üretkenlik törenleri"nde, kadınlar kendi cinsel organlarını, erkekler de erkekliklerini armağan ederlerdi.Yani Tanrı için bolca cinsel birleşme olurdu. İşte sünnet de bu törenler sırasında oluşmuştur. Üretimi sağlayan önemli organ olan "erkeklik organı"nın bir parçasını tanrı "Temmuz"a sunmalarla...


Demek ki, "sünnet"i kabul eden bizler de, bu gelenekle, organlarımızı "Ulu Tanrı"ya sunuyoruz armağan olarak!


Ne var ki, bunu saygıyla sunduğumuz "Tanrı" erkek! Sünnet geleneği oluşurken de "erkek"ti.


Eski Anadolu tapınmalarında görülen Ana Tanrıça Kibele'ye, organın bir parçası değil, bütünü kesilip sunuluyordu. Bu tür "sünnet", Kibele kültündeki rahiplerde görülürdü. "Kökünden kesilip sunulan erkeklik organı"ndan akıtılan kanla da, "toprak sulanır" ve bununla, toprağın "bereketlendiği"ne, bitkilerin daha çok "fışkıracağı"na inanılırdı.


"Sünnet" geleneğinin, "İbrahimi" olan Sabilerin dışındaki Sabilerde "yasak"lar arasında bulunması ilginç. "Saygısızlık" sayılmasından olsa gerek!


"Sünnet törenleri", Müslümanlarda nasılsa, Yahudi dünyasında da ayrıntılarıyla aynıdır.


"Yenmesi yasak olan'' hayvanlar: Her tür leş, her tür kesilmeden ölmüş hayvan, her tür iki gelişmiş köpek dişli etçiller, özellikle de domuz ve köpek. Bu arada yırtıcı kuşlar. Bir de eşek."


Sabilikte, bunlar, önemli "yasak"lardır.


Bunlar, İslam’da da "haram"dırlar. Aynen!.. Mâide Suresi'nin 3. ayetinde şöyle denir:
"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, kesemediklerinizden; boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanarak ölmüş, başka bir hayvan tarafından sürülerek öldürülmüş ve yırtıcı hayvan tarafından, parça¬lanmış olanlar, dikili taşlara (putlara) kesilenler size haram kılındı..."
Sabilikte yenmeleri yasak olan kimi hayvanlar, Yahudilikte de önemli yasaklar arasında görülür.Örneğin: Domuz. Tevrat'ın Levililer ile (11:7). Tesniye (14:8) bölümlerinde şöyle denmekte: "Ve domuzu. Çünkü çatal ve yarık tırnaklıdır fakat, geviş getirmez. O size murdardır..." 


Herodot'un anlattığına göre; domuz, Mısır'da Tanrı Osiris'in düşmanı olan bir başka Tanrı'nın hayvanıydı. O Tanrı'ya da "domuz" denirdi. Gecenin ve kötülüklerin Tanrısıydı o. Mehtaplı gecelerde, ona domuz kurban edilirdi, bu törenlerde eti de yenirdi.


İbn Nedim'in anlattığına göre de; Sabiîlerin de "yılda bir günleri vardı ki, o gün kurban olarak Tanrılarına domuzları sunarlardı. Yalnızca o gün için, domuzların etinden yerlerdi."


"Domuz etini yeme yasaklığı"nın çok eski çağlara dayandığı bir gerçek.


Gerçek şu: Bilindiği gibi; ilkel toplum yapısındaki "din"ler arasında "Totemcilik" (Totemizm) de bulunur. İlkel topluluk (klan) üyeleri, bir "hayvan'la da aralarında "yakınlık" bağı kurmuşlardır. Bu topluluk insanlarına göre: Söz konusu hayvan, insanüstü güç yüklüdür ve "topluluktakileri korur'. İşte "bu hayvan öldürülemez ve bu hayvanın eti yenmez."Domuz da, bu tür hayvanlardan biridir işte.


Benim Notum


Ayrıca domuzun Tanrıları öldürmesi vb. gibi inanışlar da domuzun yasaklanmasında,pis sayılmasında önemli rol oynamıştır.Örneğin Yunan Tanrısı Adonis bir domuz tarafından öldürülür.Zamanla domuza veya herhangi bir hayvana karşı bu tür inanışlar yaygınlaşmış ve Semavi denilen dinlere kadar gelip girmiş bu mitolojik  inanışlardan doğan yasaklar.  


Kitaptan devam;


Tevrat'ta da  Kur’an'da da, yenmesi yasak olanlar sayılırken, "domuz eti"yle birlikte "kan" da yer alır.


"Kan" ise, ilkellerdeki bir "canlıcılık (animizm) yasağı"dır. Böyle olduğuna Tevrat'ın anlatımında da ipucu var: Örneğin Levililer bölümünde, Yahudi Tanrısı şöyle der: "İsrailoğullarına dedim ki, hiçbir çeşit etin kanını yemeyeceksiniz. Çünkü her çeşit etin canı, onun kanıdır, onu yiyen, (topluluk dışına) atılacaktır..." (17:14)


"Faiz": Sabilikte, "faiz", "faiz kazancı" kesinlikle yasak. (Haram.) Tevrat'ta da öyle.Ama Yahudiler, "faizcilik"leriyle, "tefecilik"leriyle ünlü değiller mi? Kur'an'da da "haram"dır faiz ("riba").Yani Sabilikteki yasağın Tevrat'a, sonra da Kur'an'a geçtiği anlaşılıyor.


Sabiîlikte olup da, sonraları öteki üç "kitaplı din"in "kutsal kitapları"na geçtiği görülen daha birçok kural var.


Bu da, Sabilik dininin, Yahudiliğe, Hıristiyanlığa ve İslam’a, ne denli önemli bir kaynak olduğunu gösterir.


Kaynak:Turan Dursun